Tarih: Ekim 30, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Yirmi yedi yıl sonra görüşürüz.

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi 3. sınıftaydım. 1991 yılının baharıydı. Bahçede sırtüstü çimenlerin üzerine uzanmış, yukarıdaki ağacın yapraklarını sayıyordum. Bir, iki, üç…

Yanımdan geçen üç kişiye başımı çevirerek baktım. Aynı sınıftaydık. Birbirimizi görmezden gelmeye alışmıştık. Selamsızdık, sınıfın diğer yarısıyla olduğu gibi. Onlar yürümeye, ben saymaya devam ettim. Dört, beş, altı, yedi….
Birden yapraklar üzerime düşmeye başladı. Sanki ağacın kocaman gövdesini bir dev sallıyordu. Toprak titredi. Gözlerimi kapattım. Bir şeylerin hızla akıp gittiğini hissettim. Zaman.
2018 yılının sonuydu. Meyhanenin önündeydim. Taksiden inerken şoföre hemen gitme yanlış gelmiş olabilirim dedim. Yanlış gelmemiştim. Aklımdaki soruya yanıt bekliyordum. Acaba içeri girmeli miydim? Aradan geçen yirmi yedi yıl sonra ne anlamı vardı. Üstelik bu tür buluşmaları hiç sevmezdim. Hayatımı birbiriyle kafa kafaya gelen, sonrada yoluna devam eden karıncalar gibi yaşamıştım. Belki de bu yüzden hiç dost edinemedim.
Acaba taksiye geri dönüp, başka bir yere mi gitmeliydim? Elimle şoföre gitmesi için işaret ettim.
Meyhanenin müziği dışarıdan duyuluyordu. Candan Erçetin’ in Gamsız Hayat şarkısı çalıyordu.

Sormayın neden bu durgunluğum
Görmeden kuytu yaralarımı
Sormayın neden bu huysuzluğum
Bilmeden saklı duygularımı

Masada dört kişi vardı. Sıcak bir tokalaşma ile merhabalaştık. Önce isimleri hatırlamaya çabaladım, sonrada anıları yakalamaya.
Sandalyeye otururken aklımdan sadece şu soru geçiyordu.

Doğru yerde miyim?

Üniversitede iki yıl kaybetmiştim. Her parçam ayrı bir sınıfta kalmıştı. Esmer yıllardı o yıllar. Ne kara, ne beyaz. Ne iyi, ne kötü, ama çirkin.
İlerleyen zamanda dokuz kişi olduk. Bazılarıyla birlikte okuduğumuz süre içinde hiç konuşmamıştık. Hatta selamlaşmamıştık bile. Aynı masada kalem tutmuşluğumuz yoktu, şimdi ise kadeh tutuyorduk.
Başımı kaldırıp, herkesin yüzüne tek tek bakıyordum. Gülüşler, mimikler, hatta baş çevirişler bile aynıydı. Zamanı kandırmışlar, kendilerinde bir şeyleri saklamışlardı. Gelip geçen yıllar, gözlerine dokunmamıştı.
Elimdeki kadehi yudumlarken, masada uçuşan isimleri hatırlamaya çalışıyordum. Hayat bazılarının yakasından, bazılarının ise omzundan tutmuştu.
Derin bir nefes aldım, ne hissediyorsun diye sordum kendime?
Harika.
Doğru yerdeydim. Sevmiştim bu buluşmayı.
Sıcak bir sarılmayla vedalaştık.
Taksinin radyosunda Sıla çalıyordu. Biraz sesini açmasını istedim şoförden.

Zamanı, vakti var derken o gün geldi çattı
Açtım gül kokan, gül kurusu bakan o eski sandığı..
Davetsiz bu hayatın mutlaktır oyunları
Kaybettik mi yoksa kazandık mı? Ben sustum cevabını..
Evimde hem de baş köşede yerin var, sakladım!

Bu akşam sarhoş olmuştum, ama içtiklerimden değil anılarımdan.
Başımı koltuğa yasladım, gözümü kapattım. Şoför o halimi görünce camı açtı. İçeriye serin bir rüzgar girdi. Zaman uçtu gitti.

Gözlerimi açtım. Ağacın yapraklarını saymaya devam ediyordum. Sekiz, dokuz, on…
Doğrularak çimenlerin üzerine oturdum. Bizim sınıftan iki kız geçiyordu yine. Selamsız olduklarımdan. Göz göze gelince, merhaba diyerek el salladım. Şaşırmışlardı. Birbirlerine bakıp, bu şimdi bize niye selam verdi ki edasıyla, başlarını öne eğip gittiler. Ayağa kalkıp, arkalarından kısık sesle,
Yirmi yedi yıl sonra görüşürüz dedim.


Önder Güngör / 2018 / Ankara

Tamamını oku
Tarih: Ekim 29, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Son zamanlarda Youtube' da ne izliyorum? Yaşa Bu Hayatı Tolga Yalçın

Youtube videoları vazgeçilmezim. 

Nasıl ki antik dönemlerde İskenderiye Kütüphanesi, Pergamon Kütüphanesi, Beyt' ül Hikme o dönemlerin en büyük bilgi merkezleri ise internetin en büyük kütüphanesi de benim için Youtube' dur. 

Hatırlayanlarınız vardır. Eskiden salon vitrinlerinin içinde ciltler halinde Meydan Larousse ansiklopedilerimiz olurdu. Bayağı da pahalı satılırlardı. Ben çoğu zaman rastgele bir cildi seçer sonra da yine rastgele açtığım sayfaları okumayı çok severdim.

Bir de milliyet çocuk dergisi alırdım. Onun orta sayfalarından bir kaç sayfayı telleri ayırarak çıkarır biriktirirdim. Bunlar da mini ansiklopedi olurlardı benim için. Ama bir arkadaşımdan öğrenmiştim. Biriktirme oku demişti. O yüzden ilgim olsun olmasın her bilgiyi okur öyle arşivlerdim. Sonradan faydasını çok gördüm. 

Neyse... Dönelim yazımın başlığına.

Bu aralar Tolga Yalçın' ı çok izliyorum. Yaşa Bu Hayatı Youtube Kanalı.

Tolga' yı izlediklerimden tanıyorum. Çok naif, akıllı, bilgi dolu bir arkadaş. 

Kanalından birkaç videoyu aşağıya bırakıyorum.









Tamamını oku
Tarih: Ekim 28, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Bu gök kubbe altında söylenmemiş söz yoktur.

 


Cicero: "Bu gök kubbe altında söylenmemiş söz yoktur" demiş.
İngilizlerin meşhur bir deyimi vardır. "Nothing new under the sun"
Güneş altında söylenmemiş söz yoktur. 

Şimdi yazdığım ve şu anda senin aklından geçen her şey daha önce ya söylenmiş ya da düşünülmüş. Sözün özü bu. Bu da beni her zaman adını duyduğumuz evrensel düşünce (kolllektif düşünce, kozmik düşünce, kozmik zihin vb..) kavramına götürüyor. 

Yıllar önce bir kitapta okumuştum. İnsan beyni düşünce üretmez, kollektif bilinçten düşünceyi alır ve kullanır diye. Tekamül düzeyi evrenden alacağı düşünce frekanslarını belirler yazıyordu kitapta. Frekansı yüksek olan kişiler yüksek düşünce kalıplarını frekansı düşük olanlar ise düşük düşünce kalıplarını kullanırlarmış. 

Yine adını hatırlayamadığım bir kitapta ise insan öldükten sonra ruhu bedenden ayrılır, düşüncesi ise evrene aktarılır diye okumuştum. 

Peki düşündüğümüz her şey, daha önce düşünülmüş, daha önce söylenmiş ise, biz neyi düşünüyoruz, neyi yazıyoruz, neyi konuşuyoruz. Beynimiz ne işe yarıyor. Gerçekten Cicero’nun dediği gibi mi her şey? Acaba bu sözün anlamı gerçekten bu mu? 

1954 yılında genç bir fizikçi olan Hugh Everett çoklu dünyalardan bahseder. Dünyada yaşadığımız büyük tarihsel olayların farklı sonuçlarının farklı evrenlerde yaşanmış olabileceğini ve buna benzer paralel evren senaryolarını ilk kez gündeme getirir. Paralel evren hakkındaki tezleri ilk okuduğumda bu adlandırmanın eksik olduğunu düşünmüştüm. Çünkü paralel evreni ya da paralel dünyaları arkadaşlarımla tartıştığımda şunları fark ettim. İnsanlar paralel evrenin/dünyanın varlığına inanıyor ancak bu olayların sınırlı sayıda ve farklı dünyalarda gerçekleştiği düşüncesine kapılıyorlardı. Ben ise paralel evren/dünya yerine paralel hayatların olduğunu bunun farklı bir mekan ya da faklı bir zamanda ve sınırlı sayıda olmadığını hayal etmelerini söylüyordum. Ancak evrenin sınırsız olduğu ve sürekli büyümekte olduğu yönündeki bilimsel görüşler, farklı dünyalar ya da farklı evrenlerde paralel/çoklu yaşamları daha olası kılıyordu. 

Bu yıl okuduğum bir yazı ise yüzümde tatlı bir gülümseme oluşturdu. 
“Hertog ve Hawking'in yeni makalesinde, uzayın farklı fizik kanunlarının geçerli olduğu 'cep evrenleriyle dolu olduğu' teorisi yerine, bu alternatif evrenlerin birbirinden çok da farklı olmayabileceğini ortaya koyuldu.” 

Yani alternatif evrenler, aynı zaman ve mekanda olabilir diyordu makale. Sınırsız depolama kapasitesine sahip bir bilgisayara ne kadar film kaydederdiniz? Tabii ki sınırsız. Açıklamaya çalıştığım şey tam anlamıyla şu. Dünyada 8 milyar insan olduğunu düşünün. Bu 8 milyar insanın hayatı boyunca yaşadığı birçok olayın, farklı sonuçlarla ve farklı bir hayatta yaşanmaya devam ettiğini ve bunun sayısının da milyarlarca olduğunu düşünün. 8 milyar insanın milyarlarca çoklu hayat yaşadığını düşünün. Unutmayın evren sınırsız bir depolama kapasitesine sahip. Daha da ileri gidelim. Her bir dakikanızda milyarlarca farklı sonuçları olan ayrı bir paralel evren yarattığınızı hayal edin. Bir saat içinde yaşadığınız her dakika için milyarlarca çoklu/paralel hayat…Ve bingo. Bu hayatların her birinde yarattığınız düşünceleri, duyguları…Aklınızın sayamayacağı kadar düşünce… 

Birazda son zamanlarda sıkça konuşulan zaman kavramından bahsetmek istiyorum. Zamanın geçmişte ve gelecekte aynı anda yaşandığı zaman kavramından. Einstein bu konuda “Geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki ayrım sadece bir yanılsamadan ibarettir, ne kadar kalıcı olsa da” demiştir. Düşünsenize bütün zamanlar şu anda, aynı anda yaşanıyor. Şu an, geçmiş, gelecek ve tüm paralel/çoklu hayatlar…Hepsi şu anda yaşanıyor. Ya da geçmişte ya da gelecekte. 

İki cümleyle özetlersem: Paralel/çoklu hayatların varlığı. Tüm zamanların aynı anda yaşanması. 

Şimdi Cicero’ nun sözü yerli yerine oturuyor. "Bu gök kubbe altında söylenmemiş söz yoktur"

Önder Güngör / 2015 / Ankara
Tamamını oku
Tarih: Ekim 26, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

İnek oturdu.


İçime oturmuş İNEKle konuşuyorum. "Kalk!" diyorum ama dinlemiyor. 

"Oturacaaaam" diyor. 

İçeceğim iki biranın birine göz dikti. Aslında en sevmediğim şey de iç sıkıntısı yaşadığım günlerde içmek. İçmem için bahaneler gerek bana. Güzel bahaneler. Mesela hafta sonu olmalı. Bedenim denize elli metreden daha yakın bir yerde olmalı. Güzel bir müzik olmalı güzel bir ses söylemeli, kulağıma çıplak gelmeli. Henüz güneş daha batmamış olmalı. Masa uzun olmalı ama sevdiğim arkadaşlar yakınımda oturmalı. Patlıcan kızartması olmalı üzerinde domates sosu dökülmüş olmalı.

Meli malı. Ama asıl "Rakı" olmalı. 

Çünkü birayı meşrubattan sayarım.

Bir bira içtikten sonra telefon çalıyor. Arkadaşım diyor ki bara gidelim.

İçime inek oturmuş gelemem diyorum.

Ne ineği olum manyak mısın sen diyor. İnsanın içine öküz oturur inek oturmaz diyor.

Olum erkeklerin içine öküz oturmaz inek oturur diyorum.

Her neyse ben onu bir .......... oturacak yer bulamaz diyor. Hazırlan hadi diyor.

Barda Barış Manço' nun "Can bedenden çıkmayınca." şarkısını dinliyorum. En sevdiğim dizesi geliyor.

Kurumuş bir çiçek buldum mektupların arasında
Bir tek onu saklıyorum, onu da çok görme bana
Aşkların en güzelini yaşamıştık yıllarca
Bütün hüzünlü şarkılar hatırlatır seni bana


Masaya bir arkadaş geliyor. Yoktun abi uzun zamandır diyor.

İnekten mütevellit diyorum

Ne ineği abi diyor.

Boş ver diyorum.

Yanımdaki arkadaşıma bakıyor.

O da başıyla beni işaret edip, artık öküzlerle ineklerle arkadaşlık yapıyor diyor.

Ne diyor bunlar yahu diye içinden geçirdiğini düşündüren bir bakış atıyor yüzlerimize. Neyse abi deyip kalkıyor, tam gidecekken geri dönüp masaya yeniden oturuyor.

Yüzüme bakıp. Abi nefes alacaksın diyor. Dörde kadar sayarak ALLLL sekize kadar ayarak VERRR diyor. Bunu on beş dakika yap diyor. Sonra kalkıp gidiyor.

Başlıyorum nefes almaya. Yanımdaki arkadaşım yüzüme bakıp, dudaklarını bükerek başını bir oyana bir buyana sallıyor. Masadaki yarısı dolu bira şişelerini yandaki boş masaya koyuyor ve eliyle işaret ettiği çocuğa meşe fıçısında damıtılmış olan içecekten getirmesini söylüyor.

Birer bardak doldurduktan sonra dikiyoruz kafaya.

Sahneden kulağımıza bir şarkı ezgisi geliyor.

Herkes aşkını yazmış duvarlara kağıtlara
Ben seni sardım sakladım yarınlara
Beklerim günüm gelecektir nihayet
Sonu yok bunun bu aşkı kıyamet

Arkadaşım yüzüme bakıyor. İnekten bir haber var mı? diyor. Bilmiyorum sanki kalkıp gidecek gibi diyorum.

Birer kadeh daha döküyoruz kafamıza, içimizdeki ateş olmadan yanan sıcaklığımıza akıyor içecek.

Masadaki telefonumun ekranı uyanıyor. Elime alıyorum. Gelen mesajları okumadan sola doğru kaydırıp bildirim ekranından siliyorum. Birden aklıma telefonuma aldığım notlar geliyor.

Bir ara sayfalarını karıştırırken ilginç olan bölümlerini kaydettiğim, Norman Doidge' nin Beynin Şifa Bulma Gücü adlı kitabından aldığım bir notu görüyorum. 

Beynin plastik olduğunu ortaya koyan, benim nöroplastisite uzmanları olarak adlandırdığım bilim insanları değişmez beyin doktrinini çürüttüler. İlk kez canlı beynin mikroskobik aktivitelerini gözlemlemelerini sağlayan araçlara sahip olan bu uzmanlar, beynin çalıştıkça değiştiğini ortaya koydular. Öğrenme süreci devam ettikçe sinir hücreleri arasındaki bağlantıların arttığını ortaya koyan kişiye 2000 yılında fizyoloji ya da tıp alanında Nobel Ödülü verildi. Bu keşfi yapan Eric Kandel adlı bilim insanı, aynı zamanda öğrenmenin nöral yapıyı değiştiren genleri "aktive ettiğini" gösterdi. Daha sonra zihinsel aktivitenin yalnızca beynin ürünü olmadığını, aynı zamanda beyni şekillendiren etken olduğunu ortaya koyan yüzlerce çalışma yapıldı. Nöroplastisite beyne modern tıpta ve insan hayatında hak ettiği yeri geri kazandırdı. 

Bu kafayla şimdi bu notları nasıl okuyayım diye düşünüyorum. Başka bir nota göz atıyorum.

"Kimse olmasa dahi hayatında sen varsın!" Doğan Cüceloğlu, ,

Bir de yanında bir link var. Linke tıklıyorum. Sahneden gelen müziğin sesine rağmen dinliyorum.


Arkadaşım ne dinliyorsun diye  soruyor? Yok bir ley deyip, ekranı kapatıyorum. İnek napıyor diye soruyor? Gitti herhalde diyorum ve sahneye dönüp, çalan müziği dinlemeye başlıyorum.


Önder Güngör / Ankara / 26 Ekim2026

Not: Fotoğraftaki ben değilim. Copilot yarattı onu. Keşke ben olsaydım be.
Tamamını oku
Tarih: Ekim 16, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Gecenin geç saati taksici anılarım-8

Dün gece yine saat iki buçukta Beat Taurus' tan çıktım. 

Düğmeye bastım. Taksi geldi.

Yolu tarif ettim. Başımı cama koyup, çiseleyen yağmurda yolda yansıyan ışıklara bakmaya başladım.

Kanımda Kızılderili' lerin ateş suyu dedikleri içecekten vardı. Hem de bir hayli. 

O yüzden konuşacak halim yoktu. Taksici arkadaş gençten biriydi. O da sohbeti sevmiyordu herhalde. İyi oldu diye geçirdim içimden.

15 dakika sonra evin önüne geldik.

Aynadaki taksimetreye baktım. 480 TL tuttu. Taksici arkadaş aynaya bakınca göz göze geldik.

"Abi 480 TL tuttu ama senden 1.000 TL alacam."  dedi.

Az önce gözümü ayırdığım aynaya yeniden baktım. Yine göz göze geldik.

"1.000 TL alacam abi." dedi.

Sonra devam etti.

"Şaka şaka 480 TL abi. Ama nasıl da şaşırdın demi." dedi yüzündeki gülümsemeyle.

Hiç ses çıkarmadım.

Ellerimi montumun ceplerinde gezdirdim. Biraz doğrulup, pantolonum ceplerini de iki elimle üstten yokladım.

"Offff. Cüzdanım barda kalmış" dedim.

"Hadi yaaa." dedi. "Napalım abi? Döneyim mi?" dedi.

"Şaka şaka." deyip. Cebimden çıkardığım kartı uzattım.


Önder Güngör / Ankara / 16.10.2025



Tamamını oku
Tarih: Ekim 12, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Gecenin geç saati taksici anılarım-7

Beat' ten çıktım. 

Yine gecenin 3 ünde bindim taksiye. 

Kanımda arpa, buğday, çavdar veya mısırdan damıtılarak yapılan ve meşe fıçılarda dinlendirilerek olgunlaştırılan bir tür damıtılmış içecek var. Seviyorum bu içeceği. Akşam yemeğinden sonra içimi rahatlatıyor. 😊

Taksici abi benden daha yaşlı. Genelde çok az oluyor böyle.

"Gecen nasıl geçti?" diye soruyor.

"İyiydi." diye kısaca yanıtlıyorum.

Devam ediyor abi. 45 yıldır taksicilik yapıyormuş.

"Eh emekli olmuşsundur artık. Hem çocukları da büyütmüşsündür. Biraz da keyfine yapıyorsundur gecenin bu saatinde bu işi." diye soruyorum.

"İhtiyacım yok ama keyiften yapmıyorum." diyor.

Devam ediyor. "Benim panik atağım var" diyor.

"Sendeki en belirgin belirtisi ne?" diye soruyorum.

"Duramıyorum hiçbir yerde. Köye gittim orada da duramadım. Evde de duramıyorum. Duramıyorum işte. En iyisi taksi." diyor.


Önder Güngör / 11 Ekim 2025 / Ankara


.


Tamamını oku
Tarih: Ekim 11, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Dinlenmek


Bu sabah koltuğa uzanmış TV' deki youtube videolarını izliyordum.

Yanımdaki sehpanın üzerinde duran Kobo' ya uzandım.

Dün akşam okuduğum kitabı bitirmiştim. Yeni bir kitap seçtim.

İlk sayfayı aşağıya bırakıyorum.


D İN L E N M E K

Ormanda yaşayan hayvanlar yaralandıklarında istirahate çekilirler. Olabildiğince ıssız bir yer bulup, orada günlerce hareket etmeden dururlar. Bedenlerinin en iyi bu şekilde iyileşeceğini bilirler de ondan. Bu süre boyunca bir şey yemeyip içmeseler bile olur. İyileşmek için durup dinlenmek hayvanlarda hâlâ yaşayan bir beceriyken biz insanlar bu dinlenme yetimizi kaybettik.

THICH NHAT HANH

Tamamını oku
Tarih: Ekim 09, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Büyü Geçişleri - Taisha Abelar

Clara devam etmeden önce derin bir soluk aldı. "Duygular solukla doğrudan bağlantılı olduğu için," dedi, "kendimizi sakinleştirmenin iyi bir yolu soluğumuzu düzenlemektir. Örneğin, aldığımız her bir soluğu bilerek uzatmak yoluyla daha fazla enerji alacak biçimde kendimizi eğitebiliriz."

Clara ayağa kalktı ve onun gölgesini dikkatle izlememi istedi. Gölgesinin tümüyle durgun olduğunu fark ettim. Sonra bana ayağa kalkıp kendi gölgeme bakmamı söyledi. ağaçların rüzgar yapraklara dokunduğu zamanki gölgelerindeki gibi hafif bir titremeyi fark ettim.
"Niye gölgem titriyor?" diye sordum. "Tümüyle hareketsiz durduğumu sanıyordum."
Clara, "Gölgen titriyor çünkü içinde duygu rüzgarları esiyor." diye yanıtladı. "Özetlemeye ilk başladığından daha sakinsin, ama içinde hala kalmış olan büyük bir dalgalanma var."
Bana sağ bacağımı dizim kırık olarak kaldırarak sol ayağımın üstünde durmamı söyledi. Dengemi sağlamaya çalışırken sallandım. Onun tek ayağı üzerinde iki ayağıyla durduğu kadar kolay durmasına ve gölgesinin tümüyle hareketsiz olmasına hayret ettim.
Clara ayağını yere koyup diğerini kaldırarak "Dengeni korumakta zorlanıyor gibi görünüyorsun," dedi "Bu düşüncelerinin ve duygularının, ne de soluğunun rahat olmadığı anlamına geliyor."

Büyü Geçişleri / Taisha Abelar

Not : Taisha Abelar ve Carlos Castaneda! nın kayıp kadınları ile ilgili yazımı okumak için tıklayın.
Tamamını oku
Tarih: Ekim 07, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Hayatımı değiştiren olaylar.




İlkokul son sınıftaydım. Başarılı bir öğrenci miydim bilmiyorum? Zaten o zamanlarda bir ilkokul öğrencisi için başarılı olmak, sınıfınızdaki kişilerle aranızdaki farkla ölçülebilirdi ancak. İlkokula ait anılarım da zaten oldukça zayıftı. Ancak başımdan geçen bir olay vardı ki hiç unutmamıştım. Ekim ayının bir cumartesi günüydü. Sabah saatleriydi. İzmir Göztepe Kız Meslek Lisesi' nin bahçesinde top oynuyorduk. Top bir an için merdivenle inilen başka bir bahçeye düştü. Her zamanki gibi hiç kimse topu almaya gitmek istemiyordu.

Herkes birbirine bakıp bekliyordu. İşte o sırada merdivenlerden benim yaşlarımda bir kız çocuğu elinde topla geldi. Topu diğer arkadaşlarımın olduğu tarafa atarak bana doğru ilerledi. "Benimle gelmen gerekiyor." dedi. Çok etkileyici, büyülü bir kızdı. Küçük yaşta bile bu fark ettiğim bir ayrıntıydı. Nedense hiç itiraz etmedim. Hemen peşine takıldım. Bir saatten fazla sokakların arasında yürüdük. Daha sonradan Göztepe'den Halil Rıfat Paşa'ya kadar yürüdüğümüzü öğrenmiştim. Eskilerin beton yol dediği bir yere gelmiştik. Kız beni başka bir okulun bahçesine götürmüştü. Okul açıktı. Üçüncü katta 207 no'lu sınıfın önüne gelmiştik. "İçeri gir başlamak üzere." dedi. Sınıfa girdim. İçeride bütün sıralar doluydu. Öğretmen "Çabuk acele et. En arkaya geç sınav yeni başladı." dedi. En arka sıraya oturdum. Önüme bir sınav kitapçığı, birde çoktan seçmeli sınavların işaretlendiği bir cevap anahtarı koymuşlardı. Ömrümde ilk kez bunları görüyordum. Öğretmen bu durumumu anlamış olacak ki, soru kitapçığını açarak bu soruyu oku cevabı da bu kağıttan kutucuklara işaretle diye anlatmıştı.

Her şeyi daha sonradan öğrenmiştim. Burası İzmir Büyük Dershane' ydi. Bu hafta sonu yapılan seviye tespit sınavıydı ve ben bu sınavda dereceye girmiştim. Ücretsiz olarak kaydettiler. Orta okulu ve liseyi en iyi derecelerle bitirdim. Üniversite sınavında yüksek bir puanla Hacettepe Tıp Fakültesine girdim.
O günkü o kız bütün hayatımın akışını değiştirmişti. Ben de diğer arkadaşlarım gibi ilkokulu bitirecek ve sonra da çırak olarak bir yerlerde çalışacakken, bir dershanenin özellikli öğrencisi olmuş, yıllarca başarılı bir okul hayatı geçirmiştim.  
Uzun yıllara bu olayı unutmuştum. Sanki hiç yaşanmamıştı.




Üniversite birinci sınıftaydım. Final sınavında  yine soru kitapçıkları önümde cevap anahtarında soruları işaretlemiştim. Sınavın bitmesine birkaç dakika kalmıştı. Denetmenlerden biri topuklu ayakkabısının çıkardığı sesle amfideki merdivenleri inerek yavaşça yanıma yaklaştı. Cevap anahtarımı eliyle kapattı. Başımı kaldırıp denetmene baktım. Kağıttan elini çekti. İki yüz soru nun tamamını işaretlemiş olmama rağmen, elini kağıdın üzerinden çektiği anda cevap kağıdı tamamen silinmişti. Bomboştu. Şaşkınlıkla denetmene baktım. O yüzü ikinci kez görüyordum. Yüz hatları hiç değişmemişti. İzmir Göztepe Kız Melek Lisesi bahçesindeki ilk gördüğüm andan hiç farkı yoktu. Sadece fiziki olarak büyümüştü. O sırada zil çaldı, sınav bitmişti. Soru kitapçığını ve cevap kağıdını alarak yanımdan uzaklaştı. O yıl sınıfta kaldım. Hayatım yine tamamen değişti.
Peki bütün bunları niye yazıyorum.?


Bu hafta sonu Mevsim'i bale kursuna götürmüştüm. Ansera' da kafe'de dersin bitmesini bekliyordum. Başım önde Tanrılar Okulu' nu okuyordum. Masama biri yaklaşıp oturdu. Başımı kaldırdığımda onu gördüm. Görür görmez tanıdım. "Yaz" dedi. "Anlamadım. Neyi yazayım?"  dedim. Tekrar "Yaz" dedi ve hızlıca kalkıp gitti.
Tamamını oku
Tarih: Ekim 03, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Bir şey var aramızda.

Genç delikanlı, bu iş yerinde üç aydır çalışıyordu. Daha önceki çalıştığı yerden ani bir kararla ayrılmıştı. Sabah işe gitmek için kalktığında, bilgisayarını açmış, patronuna "Ben artık işe gelmeyeceğim." diye mail atıp, tekrar yatağına geri dönmüştü. 

İki ay kadar evde oturup, hiç dışarıya çıkmamış, hemen sonrasında ise bu işe girmişti.

Burada çalışmaya başladığı günden beri annesi,  her sabah onunla birlikte kalkıp, evden çıkıncaya kadar peşinden dolaşmaya başlamıştı. Sabahın köründe bir mail gönderip, işinden bir kez daha ayrılmasından korkuyordu.

Aslında bu işe girdiği günden beri oğlunun tuhaf davranışları olduğunu da şaşkınlıkla izliyordu. Ama hiç bir anlam veremiyordu. Oğlu daha erken uyanıyor, kahvaltısını hızlıca yapıyor, daha önce hiç yapmadığı şekilde annesini her ki yanağından öpüp sarılarak hızlıca kapıdan çıkıyordu. Çoğu zaman çantasını ya da telefonunu unutuyor, hızlı hızlı kapı zilini çalıyor, ayakkabılarıyla hızlıca eve dalıp, eşyasını alıyor, annesini bir kez daha öpüp koşar adım işe gidiyordu.

Delikanlının iş yeri büyük bir binaydı. Bu binanın dördüncü katında küçük kabinlerden oluşan çalışma masalarında otuz kişi çalışıyorlardı. Masaların bulunduğu kabin bel seviyesine kadar tahta mobilyadan, üst kısmı ise omuz seviyesine kadar camdan oluşuyordu. Kafasını kaldırdığında, oturduğu yerden diğer çalışma arkadaşlarını rahatça görüyordu. Daha önceki yaptığı işlere göre çok daha kolay bir işi vardı. O yüzden günlük işlerini öğlene kadar bitiriyor daha sonrasında ise kendi çalışma kabininden bir hayli uzaktaki kabinde çalışmakta olan Hülya' yı seyrediyordu.
Her başını kaldırışında derin bir nefes alıyor, heyecanı artıyor, kalbi sanki vücudunun içinde dolaşıyordu. Birilerinin onu izlediğini görmesinden korkuyordu. O yüzden çekingen bakışlarını etrafta gezdiriyor kimsenin bakmadığından emin olduğunda Hülya' ya bir bakış attıktan sonra başını masasına eğiyordu.
Çay sevmediği halde defalarca çay alma bahanesiyle Hülya' ya yakın bir yerden geçiyor, ama bir türlü bakışlarını ona çeviremiyordu. Çok utangaç ve kırılgan bir yapısı vardı. Sanki bir suç işliyormuş gibi Hülya 'ya bakışlarını kimsenin görmesini istemiyordu.
İş çıkışı sokaklarda yürüyor, parklarda oturuyor, sevgiyle dünyanın güzelliklerine bakıyordu. Bazen yolda yürürken o kadar çok Hülya' yı düşünüyordu ki, farkına vardığında yoldan geçen insanlara anlamsızca gülümsediğini görüyordu. Var olan her şeyi seviyordu. Cansız eşyalara bile şefkat duyuyordu. Aşıktı. Bunun farkındaydı.

Daha işe ilk başladığı günlerde Hülya' ya ilgi duymaya başlamıştı. Hatta  bir arkadaşından rica edip, onun birikmiş işleri karşılığında çalışma kabinin değiştirmiş, onu fark edilmeden izleyeceği bu kabinine taşınmıştı. Şirket yemekhanesinde, çalışan buluşmalarında, onu görebileceği her yerde utangaç bakışlarını onun üzerinden ayıramıyordu. Karşısına dikilip, duygularını ona açıklamak ise yapacağı en son şeydi. Hülya' nın varlığı onun için yeterliydi. Hatta Hülya ' nın izinli olduğu günler, annesi tarafından çok iyi fark ediliyor ancak kadın bu duruma hiç bir anlam veremiyordu. Hülya' yı göremediği o günlerde delikanlı, eve gelir gelmez salondaki kanepeye uzanıyor, ne televizyon seyrediyor, ne kitap okuyor ne de kimseyle konuşuyordu. Annesinin ısrarlı sorularına, işte çok yorulduğunu, o yüzden dinlenmek istediğini söylüyor, kadıncağızı telaşa sürüklüyordu.

O gün yine sabah erkenden kalkıp, traşını olmuş, bir kaç kez gömlek denedikten sonra koşar adım işe gitmişti. Hülya henüz gelmemişti. Biraz gecikecek herhalde diye düşündü, İşlerini erkenden bitirmek için vakit kaybetmeden çalışmaya başladı. Arada bir başını kaldırıp, Hülya' nın gelip gelmediğine bakıyor, morali bozuk bir şekilde başını öne eğiyordu.
Öğle yemeğinde de yoktu Hülya.
Öğleden sonra masasında oturmuş, sıkkın bir ifadeyle etrafı izliyordu. Hülya yoktu.
Düşüncelere dalmış bir haldeyken, arkadaşlarının çalışma kabinin etrafında toplandığını fark etti.
Herkes onun yanındaydı.
Hep birden şarkı söylemeye başladılar.
"Mutlu yıllar." "İyi ki doğdun."
Bugün doğum günü müydü? Kendisi bile unutmuştu. Günü hatırladı. Evet bugün doğum günüydü.
Şirketin politikasıydı.Herkesin doğum günü hiç unutulmadan, istisnasız kutlanırdı. İnsan kaynaklarından bir kişi sadece bu ve benzeri günleri takip etmek için görevlendirilmişti.
Pastasını üfledi.
Kalabalığın içindeki o ışığı gördü. Hülya elinde tuttuğu küçük bir paketi ona uzattı.
Herkes yerine oturduktan sonra elindeki pakete sıkıca sarılmış olan delikanlı üzerindeki şaşkınlığı atıp, paketi açtı.
Bir şiir kitabıydı. Üzerinde küçük bir not iliştirilmişti. 23.sayfa yazıyordu.
23.sayfayı okumaya başladı.

BİRİSİ
Bir şey var aramızda
Senin bakışından belli
Benim yanan yüzümden.
Dalıveriyoruz arada bir.
İkimiz de aynı şeyi düşünüyoruz belki,
Gülüşerek başlıyoruz söze.

Bir şey var aramızda
Onu buldukça kaybediyoruz isteyerek.
Fakat ne kadar saklasak nafile
Bir şey var aramızda,
Senin gözlerinde ışıldıyor,
Benim dilimin ucunda.

 Nahit Ulvi AKGÜN


Önder Güngör / Ekim 2018 /Ankara

Not: Birisi hakkındaki diğer yazım için tıkla.
Tamamını oku
Tarih: Eylül 30, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Bir bulut ya da bir çakıl taşı

Farkındalık ve odaklanma sayesinde dikkatinizi olana çevirip derin bir bakış kazanabilirsiniz. Böylece gözünüzün önündeki şeylerin gerçek doğasını görmeye başlayabilirsiniz. Bu bir bulut ya da bir çakıl taşı da olabilir, kanlı canlı bir insan da. Kendi öfkemiz de olabilir, bütün geçiciliğiyle bedenimiz de. Gerçekten durup derinlere baktığımızda, içimizdekilerin ve etrafımızdakilerin gerçek doğasını daha iyi anlamaya başlarız.

Thich Nhat Hanh

Tamamını oku
Tarih: Eylül 29, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Bu hayatta, kanıyor muyuz? Bilmiyor muyuz?

Sahiden bunları yapabilmek mümkün müydü? Yoksa bir hayal dünyası mıydı.? Yoksa her şey bir rastlantıdan mı ibaretti?

Ya da dedikleri gibi bitmiş yaşanmış bir hayatı yeniden mi yaşıyorduk. Olacaklar önceden belirlenmiş miydi? Biz sadece sabah oynanmış bir maçın tekrarını akşam televizyonda izler gibi mi yaşıyorduk hayatımızı? Bu yazdıklarımı aslında çok önce mi yazmıştım?
Ya da milyonlarca tercih hakkımdan birini kullanmış bunları yazarken ben, başka bir ben diğer tercihini mi yaşıyordu? Ne kadara bölünmüştü yol. Kaç milyar taneydi? Ya da her biri başka bir birey miydi benden kopup giden. Benden bir şey kopup gitmesin diye yol ağzında tercih yapmamalı mıydım?
Peki her şey benim tercihimse al şimdi değiştirdim dediğimde niye değişmiyordu hiçbir şey. Kontrat mı istiyordu benden hayat. İmza mı atmalıydım alnıma?
Derin bir nefes aldığımda dünyadaki bütün havayı niye çekemiyordum? Niye duruyordu nefes? Niye sınırlanmıştı her şey.
Ya diğer insanlar. Eğer onlar benim tercihimse elimi şaklattığımdan niye “puff” diye yok olmuyorlardı? Ya da sen git dediğimde o niye halen daha orada duruyordu. Üstelik daha da burnumun dibinde bitiyordu.
Peki her şey için zaman gerekliyse, bazı şeyleri zamana bırakmam gerekiyorsa, peki o şeyler niye aniden oluyordu? Pat diye.
Bazıları günlerce hayalini kurarken dünya nasıl oluyordu da bazılarının ayakları altında oluyordu? Onlar daha mı hayalciydi?
Ya kuantuma ne demeli? Yoksa o da mı kandırıyordu bizi?

Yoksa bu hayatta, kanıyor muyduk? Bilmiyor muyduk?


Önder Güngör / Ankara / 2020
Tamamını oku
Tarih: Eylül 28, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Al gönlümü diyar diyar dolaş

İki saattir kafede kitap okuyordu. Son sayfayı ikinci kez okuduktan sonra bardağın dibinde kalan çayını yudumladı. Kafasını kaldırıp diğer masalardaki insanlara baktı. Bütün masalar doluydu. Ortada dolaşmakta olan garsona adıyla seslendi. Eliyle işaret ederek hesabı getirmesini istedi.

Okuduğu tüm kitapların son sayfalarını hep bu kafede okurdu. Bugün de aynı şekilde  sonuna yaklaşmış olduğu kitabının son sayfalarını burada okumuştu.

Yıllardır sayısız kitap okumasına karşın evinde hiç kitaplığı yoktu. İşin doğrusu okuduğu kitap dışında evinde hiç kitabı yoktu.

Hesabı ödedi. Her zamanki gibi kitabı masanın üzerine bırakıp gitti.

Garson, daha önce defalarca yaptığı gibi, bir sonraki müşterisini masaya oturttuğunda, kitabın bir önceki müşteri tarafından hediye olarak bırakıldığını söyleyecekti.




Önder Güngör / 2018 / Ankara
Tamamını oku
Tarih: Eylül 27, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Kitaptan gelen yanıtlar

Adam parmağındaki yüzüğü diğer elinin parmaklarıyla döndürüyordu. Bu onun tikiydi. Yolda yürürken bile, ellerini vücudunun önüne getiriyor, sürekli yüzüğüyle oynuyordu.

Şimdi Bahçeli 7.Cadde'de bir kafede oturmuş yoldan geçenlere bakarak yine aynı hareketi yapıyordu.
Bardağından bir yudum daha çay içtikten sonra omzuna çapraz astığı çantasından rastgele bir kitap çıkardı.


Adam, takıntılı bir kişilikti. Çantasında en az beş kitabı olmadan asla dışarı çıkmazdı. İlk başlarda bir, iki derken son bir yıldır yanında beş kitaptan daha az kitap taşımaz hale gelmişti. Her gün çıkarken çantasını kontrol eder, eğer eksik kitabı varsa odalarda ayakkabılarıyla dolaşır, panik halde aradığını bulur ve aceleyle evden çıkardı.
Çok önemli bir karar arifesindeydi. Geçen ay evinde büyük bir temizlik yapmış, depo olarak kullandığı küçük tuvaletindeki eşyaları atmıştı. Bu eşyalar arasında küçük bir koli bulmuştu. Her taşındığında onu da taşımış ama hiç içini açıp bakmamıştı. Koliyi açtığında, içinde bir kaç adet eskiden kullandığı ama niçin atmadığını bilemediği eski cüzdanlarını, eski kimlik kartlarını ve öğrenciliğinden kalma bir sürü fotoğrafını bulmuştu. Bu fotoğrafların bazılarını sanki ilk kez görüyordu. Tamamı üniversite yıllarında çekilmiş iki yüzden fazla fotoğraf vardı. Hepsine saatlerce bakmış içlerinden tam seksen iki tanesini bir kenara ayırmıştı. Bu fotoğraflar iki hafta boyunca salondaki yemek masasının bir köşesinde öylece durmuştu. Geçen hafta bunları yanına almış, bir kargo şirketinde tam göndermek üzereyken vazgeçip çantasına koymuştu.


Tekrar bir yudum çay içtikten sonra, çantasının içindeki kargo poşetine baktı. Bir haftadır yanında taşıyordu. Bir kaç kez tersini düzünü çevirip tekrar çantasına bıraktı. Az önce çıkardığı kitaptan rastgele bir sayfa açtı. Adamın en önemli alışkanlıklarında biri de buydu. Önemli bir karar vermek üzereyken yanındaki kitaplardan birini alır rastgele bir sayfa açar ve orada vereceği karar için ipuçları arardı. En önemli takıntılarından biri de herkesin içinde olan fakat tanımlayamadığı paralel yaşantıları bir türlü kafasından atamazdı. Ona göre bir çok insan bu inanca sahipti ama onu tanımlamayı bilmiyordu. Bu düşünceler onda hastalık boyutunu almıştı. Karar verdiği her olay hakkında "Eğer böyle değil de farklı şekilde yapsaydım hayatta ne değişirdi, başkalarının hayatını nasıl etkilerdim." şeklinde sürekli düşünür dururdu. Hatta yaptığı her hareketi bu şekilde yorumlamadan duramazdı. Yolun karşısına geçmeden bu kaldırımdan yürüseydim, bu sokaktan değil öbür sokaktan gitseydim, yerdeki taşa vurmasaydım, gelip başkası vursaydı neler olurdu, evrende ne değişirdi cinsinden sürekli düşünür dururdu. 
Bardağından bir yudum daha çay içtikten sonra, eğer bir bardak daha çay içersem hayatımda ne gibi değişiklik oluşur diye düşünerek garson kıza başka bir şey istemediğini söyledi.
Şu andaki en büyük düşüncesi ise, bu paketi gönderirse, fotoğrafları bakan kişinin hayatında ne gibi bir değişiklik yaratacağı endişesiydi. Çünkü hayat akışı normal bir şekilde devam eden kişilerin hayatında bu fotoğrafları göndermekle dışarıdan bir müdahale yapacaktı.
Fotoğraflar üniversitedeki ev arkadaşına aitti. Mezuniyetinin birinci yılında trafik kazasında ölmüştü. Bu fotoğrafları ailesine göndererek onların hayatında bir değişiklik yaratacağından korkuyordu. Hayat döngülerinde normal olmayan bir sıçrama yaratacağı endişesini taşıyordu. 
Kitaptan rastgele açmış olduğu  sayfaya baktı. Kısık bir ses tonuyla okumaya başladı.


"Otobüs çok kalabalıktı. Nefes almak neredeyse imkansızdı. Daha önce bu caddeyi beş dakikada geçer giderlerdi, Ancak yarım saattir bir durak gidememişlerdi. Kadın havalandırmak amacıyla açık tutulan kapıdan, diğer yolcuların arasından sıyrılarak kendisini dışarıya atmayı başardı. İner inmez az önceki hengameden kurtulduğuna sevinip, ilk sokağa döndü. Dar sokağın her iki tarafında kaldırımlar üzerinde masalar bulunuyordu. Birine oturdu. Gelen garsona kırmızı şarap getirmesini söyledi. Nefesi yavaşlamış, derinleşmişti. Sanki ağzından aldığı nefes önce ayak parmaklarına, oradan da saçlarına kadar gidip yeniden burnunda çıkıyordu. Rahatladığında yada doğru kararlar verdiğini düşündüğü her zaman bu duyguyu yaşardı. Hiç istemediği bir kişiyle buluşmak için otobüse binmiş, ite kakışa saatlerce trafikte beklemiş ve en sonunda kendisini şarap içerken bu dar sokakta bulmuştu. Ama şimdi yüzü gülüyordu. Doğru yerdeydi."


Adam, hesabı ödeyip, yerinden kalktı. Dışarı çıkıp, elinde tuttuğu kargo poşetini sokaktaki çöp kutusuna attı.
Yüzü gülüyordu. 

Hayat, her zaman küçük şifrelerle bize yardım ederdi. Buna o kadar inanıyordu ki.

Önder Güngör / Ankara / 2016
Tamamını oku
Tarih: Eylül 21, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Tomris Uyar - Gündökümü


21 Eylül 2025 Pazar

Bir AVM' nin içindeyim. Arkadaşımı bekliyorum. En üst kattaki korkuluklara yanaşıp, büyük galeri boşluğundan alt kattakileri izliyorum. Benim gibi korkuluklara yaslanmış onlarca kişi var. Hepsi elindeki telefonların da bir şeyler yapıyorlar. Koltuklarda oturanlara bakıyorum. Bir anne bir çocuk, onlarında dikkati telefonlarında. Yaşlı bir kadın. Telefonunu gözüne yaklaştırmış, bir şeyler okumaya çalışıyor. 20-22 yaşlarında spor mağazasının önündeki iki genç de ellerindeki telefonlarında pür dikkat bir şeye bakıyorlar. Muhtemelen vitrindeki basketbol topunun fiyatını internettekiyle karşılaştırıyorlar. Ben de cebimden telefonu çıkarıp, saate bakıyorum. Arkadaşım gecikti.


Aklıma geçen gün okuduğum Tomris Uyar' ın Gündökümü adlı kitabından bir bölüm geliyor. O zamanlar ne cep telefonu var ne internet. Hiçbiri icat edilmemiş.

26 Mart 

Havanın yüzü nasıl asık! Yine de bahçe duvarlarına sırala­nan gençlerin sayısında bir azalma olmadı. Bizim buralar, bu yığma semtler, "tepkisizler"le dolu. Bütün gün oturuyorlar; ya bahçe duvarlarında, ya özel ara­baların içinde. Kapılar açık, müzik dinliyorlar. Bacaklarını sallı­yorlar ağır ağır. Koşmak, kızmak, konuşurken el-kol sallamak gibi doğal tepkilerden yoksunlar. Durumlarından hoşnutlar mı, birşeye mi öfkeleniyorlar, ilgi çekmek mi istiyorlar, anlaşılmı­yor. Zaten en sık kullandıkları sözcük: "Fark etmez". "Boşver", "Boşvermişim Dünyaya", "Varsın Yansın Dün­ya",  "Sev  Kardeşim" gibi  şarkılar bu gençler için  yazılıyor, şampuan ve krem reklamları onlara sesleniyor. Oturuyorlar, kat kat  giyinip kumaş ve  yün  tüketiyorlar.· Amerikan sigarası, o yoksa, sizin  içtiğiniz herhangi bir  sigara. Arasıra güldükleri oluyor, yalnız kendi aralarında önceden kararlaştırdıkları şaka­lara. Kolaylık adına herhalde. Kızlar uzun saçlı, ince, çatısız. "Dilerseniz", "Çok çok mer­si", "katkıda bulunmak" gibi TV sözcükleriyle konuşuyorlar. Erkeklerse, kadınsı: yaylanan kaşlar, yumuşak ses, daracık omuzlar.

Not. İlk görsel copilot tarafından üretilmiştir.


Tamamını oku