I. İki İhtiyar
Gözlerimi yoldan ayırarak
hızlıca navigasyona baktım. Yaklaşık birkaç kilometre sonra benzin istasyonuna varacaktım.
Üç saat hiç durmadan araba kullanmıştım. Yol daha önceki seyahatlerime göre
oldukça sakindi ve böyle durumlarda dikkatimi daha zor topluyordum. Herhangi
bir ihtiyacım olmamasına rağmen mola vermenin iyi olacağını düşündüm.
Direksiyondaki kontrol düğmesine basarak müziğin sesini yükselttim. Ezginin
Günlüğü çalıyordu. "Eksik bir şey mi var?"
Ekim ayındaydık ve yazdan kalma sıcak bir hava vardı. Az önce radyodan hava sıcaklığının önümüzdeki bir hafta boyunca da mevsim normallerinin üzerinde olacağı söylendi. Böylesi güzel bir haberin ardından, bir de radyoda çalan bu şarkı keyfimi iyice arttırmıştı.
Arabanın camını açtım. Yüzüme vuran rüzgarı derin bir nefesle içime çektim. Sinyal vererek benzin istasyonuna girdim. Uzun yolculuklarımda mola yerleri konusunda hep şanslı olmuşumdur. İlk bakışta burası da güzel bir yere benziyordu. Restoran yazan binanın önüne doğru sürdüm. Binanın hemen yan tarafında, salkım söğüt ve kavak ağaçlarının altında kamelyaların olduğu, yerin çimlerle kaplandığı küçük bir bahçenin önüne park ettim. Kapıyı açtım ama inmek için acele etmedim. Yan koltukta bulunan, yola çıkmadan önce yazıcıdan çıktısını aldığım nota baktım. Mezunlar toplantısının yazılı olduğu kağıtta, Selçuk' taki bir otelin fotoğrafları, adresi ve konaklama bilgileri vardı. İki gece bu otelde kalacaktım. Hiç kimseye haber vermemiştim. Tıp Fakültesi’ nden mezun olalı yirmi yıl olmuştu. Daha önce bu toplantılardan defalarca yapılmasına rağmen hiç birine katılmamıştım. Bu yılda katılmayı düşünmüyordum ama mail adresime gelen ısrarlı davetler aklımı çelmişti. Yıllarca bu tür toplantılara karşı olmama rağmen bu yıl bir şey beni dürtmüş “Haydi kalk git demişti” ve şimdi de yollardaydım. Toplantıda iki gün kaldıktan sonra arabayla bir Ege turu yapar, üç dört gün de böyle oyalanır, sonrada işimin başına geri dönerim diye kafamdan plan yapmıştım. Az önce duyduğum hava durumu haberinden sonra bu planımı uygulama konusunda daha da kararlıydım. Ama bana belli olmazdı, planlı işlere pek gelemezdim.
Nasıl bir alışkanlıksa,
her zaman yaptığım gibi, arabayı görebileceğim bir masaya oturdum. Garson
çocuğa parmağımla işaret yapıp, çay getirmesini istedim. Elimdeki notları
masanın üstüne koyup uçmasınlar diye üstüne kül tablasını koydum. Etrafa bakındım, sadece birkaç masada oturan
insanlar vardı ve onlarda ellerinde gazete, çaylarını yudumluyorlardı. İki
sandalye çekip birine kolumu yasladım, diğerine ise ayaklarımı uzattım.
Masanın hemen kenarındaki,
neredeyse yere düşmekte olan gazeteyi aldım. Gazetenin seyahat eki olan sayfanın manşetinde “Kaz Dağlarında Yerleşilecek Köy”
yazıyordu. Başlığın hemen altında daha küçük harflerle “Yeşilyurt Köyü doğanın
içinde sizleri bekliyor. Şehir hayatından mı sıkıldınız? İşte size göre bir
yer.” yazıyordu. Bu tür yazı yazan salaklar bir bitmedi gitti gazetelerden. Köye yerleşecek olsam sakin bir köye yerleşirdim. Turistik köye yerleşecek olsam şehirde kalırdım.
Arkamdan gelen ani sesle
başımı kaldırdım. Aynı anda bir el omzuma dokunmuştu.
-“Biz de oturabilir
miyiz?”
Şaşkınlıktan hiçbir şey
diyemeden bakakaldım. Ne işleri vardı burada! En son bir yıl önce görmüştüm bu
iki ihtiyarı. Asım Bey ve Reşat Bey. Uzun süredir onları görmeyince aklıma kötü
şeyler bile gelmişti. Sıcak bir sarılmadan sonra yanıma oturdular. Tabii ki
burada ne aradıklarını sormadım. Daha önceki karşılaşmalarımızdan
tecrübeliydim. Onlara bu tür sorular soramazdım, çünkü tatmin edici bir cevap
vermeyeceklerini biliyordum.
Asım Bey,
-“Hayırdır evlat nereye
gidiyorsun böyle?” diye sordu.
-“Bir toplantı için
Selçuk’ a gidiyorum. Ya siz?” diye sordum.
-“Biz de bir toplantı için
gidiyor sayılırız.” dedi.
Hal hatır sorduktan
sonra, Reşat Bey,
-“Kitabı ne yaptın?” diye
sordu.
Bildiğim halde hile
yaptım." Hangi kitabı?" diye sordum.
-"Sana geçen yıl
verdiğimiz kitabı sorduğumu biliyorsun. Sayfalarını doldurabildin mi?"
diye ısrarla sormaya devam etti Reşat Bey. Kitap dedikleri aslında boş bir
defterdi, sadece dış kabı kitap şeklinde kaplanmıştı.
-"Hayır. Aslında çok
uğraştım, birçok şey yazmayı denedim ama hepsi çocukça şeylerdi ve ben de
vazgeçtim." diyerek konuşmalarına fırsat vermeden, “Hemen tuvalete girip
geliyorum.” diyerek masadan kalktım.
İki ihtiyar arkamdan
bakarken acelem varmış gibi hızlıca benzin istasyonun tuvaletine girdim.
Hangi kitaptan
bahsettiklerini dün gibi hatırlıyordum. Tam bir yıl önceydi. O gün Asım Bey ve
Reşat Bey'i Tunalı Hilmi Caddesi’ nde yürürken görmüştüm. Bugün olduğu gibi
genelde hep aniden ortaya çıkarlar, benimle birçok konuda sohbet eder, öğüt
verirler ve sonra yine aynı şekilde ortadan kaybolurlardı. Sanki faklı bir
boyuttan gelip, yine o boyuta geri dönüyorlardı. Ama o gün ilk kez onlar benim
karşıma çıkmadan ben onları görmüştüm. İkisi birlikte bir restorandan
çıkmışlardı. Kuğulu Park yönüne doğru kaldırımdan yavaşça yürüyorlardı. Gizlice
arkalarından takip etmiştim. Amacım aralarında neler konuştuklarını duymaktı.
Acaba yalnız başlarınayken hangi konuları konuşuyorlar diye merak etmiştim.
Neredeyse ortalarından geçecektim ama halen daha onları duyamıyordum. Dudakları
oynuyor ama ağızlarından çıkan hiç bir sözcük duyulmuyordu. Asım Bey elinde
küçük bir evrak çantası taşıyordu. Reşat Bey'de Asım Bey'in koluna girmiş ağır
adımlarla yürüyorlardı. Kuğulu Parkın yanından ilerleyip, karşıya, Polonya
Büyükelçiliğinin olduğu kaldırıma geçtiler. Oradan hızlı adımlarla Karum'un
karşısından İran Caddesi boyunca yokuş yukarı tırmandılar. Seğmenler Parkı' na varır
varmaz içeri girdiler. İki ihtiyar için sıkı bir yürüyüştü. Parkın içinde
bulunan havuzun yanında ağaçların altındaki uzun oturaklara oturdular. Uzaktaki
bir ağacın arkasında durup uzun bir süre onları izledim. Bir süre sonra Reşat
Bey yerinden kalkıp, parkın üst kesimlerine doğru merdivenden çıkarak ağaçlık
yol boyunca ilerleyerek, genç bir adam gibi dik ve zinde adımlarla gözden
kayboldu. Ağacın altına dönüp baktığımda ise Asım Bey'de gitmişti. O sırada
oturdukları yerdeki çanta dikkatimi çekti. Asım Bey' in elinde taşıdığı evrak
çantasıydı bu. Hızlıca koşup, çantayı aldım. Etrafa bakındım ikisi de çoktan
yok olmuş gitmişti. Çantanın üstüne kağıttan bir not iliştirilmişti.
"Senin için bıraktık." yazıyordu. İçini açıp baktım, bir kitap vardı.
Üstünde "Haydi kalk! Kalbine gidelim." yazıyordu. Kitabın sayfalarını çevirdim. Hepsi
boştu. İkinci bir kez tüm sayfaları çevirdim. Sadece ilk sayfada el yazısıyla
yazılmış bir yazı dışında başka hiç bir şey yazmıyordu. "Haydi yazmaya
başla."
Önder Güngör / 13 Ekim 2016




0 Yorum:
Yorum Gönder