İçime oturmuş İNEKle konuşuyorum. "Kalk!" diyorum ama dinlemiyor.
"Oturacaaaam" diyor.
İçeceğim iki biranın birine göz dikti. Aslında en sevmediğim şey de iç sıkıntısı yaşadığım günlerde içmek. İçmem için bahaneler gerek bana. Güzel bahaneler. Mesela hafta sonu olmalı. Bedenim denize elli metreden daha yakın bir yerde olmalı. Güzel bir müzik olmalı güzel bir ses söylemeli, kulağıma çıplak gelmeli. Henüz güneş daha batmamış olmalı. Masa uzun olmalı ama sevdiğim arkadaşlar yakınımda oturmalı. Patlıcan kızartması olmalı üzerinde domates sosu dökülmüş olmalı.
Meli malı. Ama asıl "Rakı" olmalı.
Çünkü birayı meşrubattan sayarım.
Bir bira içtikten sonra telefon çalıyor. Arkadaşım diyor ki bara gidelim.
İçime inek oturmuş gelemem diyorum.
Ne ineği olum manyak mısın sen diyor. İnsanın içine öküz oturur inek oturmaz diyor.
Olum erkeklerin içine öküz oturmaz inek oturur diyorum.
Her neyse ben onu bir .......... oturacak yer bulamaz diyor. Hazırlan hadi diyor.
Barda Barış Manço' nun "Can bedenden çıkmayınca." şarkısını dinliyorum. En sevdiğim dizesi geliyor.
Masaya bir arkadaş geliyor. Yoktun abi uzun zamandır diyor.
İnekten mütevellit diyorum
Ne ineği abi diyor.
Boş ver diyorum.
Yanımdaki arkadaşıma bakıyor.
O da başıyla beni işaret edip, artık öküzlerle ineklerle arkadaşlık yapıyor diyor.
Ne diyor bunlar yahu diye içinden geçirdiğini düşündüren bir bakış atıyor yüzlerimize. Neyse abi deyip kalkıyor, tam gidecekken geri dönüp masaya yeniden oturuyor.
Yüzüme bakıp. Abi nefes alacaksın diyor. Dörde kadar sayarak ALLLL sekize kadar ayarak VERRR diyor. Bunu on beş dakika yap diyor. Sonra kalkıp gidiyor.
Başlıyorum nefes almaya. Yanımdaki arkadaşım yüzüme bakıp, dudaklarını bükerek başını bir oyana bir buyana sallıyor. Masadaki yarısı dolu bira şişelerini yandaki boş masaya koyuyor ve eliyle işaret ettiği çocuğa meşe fıçısında damıtılmış olan içecekten getirmesini söylüyor.
Birer bardak doldurduktan sonra dikiyoruz kafaya.
Sahneden kulağımıza bir şarkı ezgisi geliyor.
Arkadaşım yüzüme bakıyor. İnekten bir haber var mı? diyor. Bilmiyorum sanki kalkıp gidecek gibi diyorum.
Birer kadeh daha döküyoruz kafamıza, içimizdeki ateş olmadan yanan sıcaklığımıza akıyor içecek.
Masadaki telefonumun ekranı uyanıyor. Elime alıyorum. Gelen mesajları okumadan sola doğru kaydırıp bildirim ekranından siliyorum. Birden aklıma telefonuma aldığım notlar geliyor.
Bir ara sayfalarını karıştırırken ilginç olan bölümlerini kaydettiğim, Norman Doidge' nin Beynin Şifa Bulma Gücü adlı kitabından aldığım bir notu görüyorum.
Beynin plastik olduğunu ortaya koyan, benim nöroplastisite uzmanları olarak adlandırdığım bilim insanları değişmez beyin doktrinini çürüttüler. İlk kez canlı beynin mikroskobik aktivitelerini gözlemlemelerini sağlayan araçlara sahip olan bu uzmanlar, beynin çalıştıkça değiştiğini ortaya koydular. Öğrenme süreci devam ettikçe sinir hücreleri arasındaki bağlantıların arttığını ortaya koyan kişiye 2000 yılında fizyoloji ya da tıp alanında Nobel Ödülü verildi. Bu keşfi yapan Eric Kandel adlı bilim insanı, aynı zamanda öğrenmenin nöral yapıyı değiştiren genleri "aktive ettiğini" gösterdi. Daha sonra zihinsel aktivitenin yalnızca beynin ürünü olmadığını, aynı zamanda beyni şekillendiren etken olduğunu ortaya koyan yüzlerce çalışma yapıldı. Nöroplastisite beyne modern tıpta ve insan hayatında hak ettiği yeri geri kazandırdı.
Bu kafayla şimdi bu notları nasıl okuyayım diye düşünüyorum. Başka bir nota göz atıyorum.
"Kimse olmasa dahi hayatında sen varsın!" Doğan Cüceloğlu, ,
Bir de yanında bir link var. Linke tıklıyorum. Sahneden gelen müziğin sesine rağmen dinliyorum.






















