Tarih: Eylül 20, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Not defteri


Küçüklüğümden beri hafızama çok güvenirim. Özellikle yön ve yer hafızama. Çok ilginç değil mi; hafıza deyince aklımıza zeka gelmekte çoğu zaman. Hafızası kuvvetli olan insanların zeki olduğunu düşünürüz. Benim yön ve yer hafızam kuvvetli ama kişi hafızam o kadar kuvvetli değildir. Mesela üniversite yıllarımı çok hatırlamam ama o yıllarda gittiğim evleri, yerleri, dükkanları, hemen hatırlarım sanki dün gitmiş gibi ama bir çok olay hafızamdan silinmiş gitmiş. Çocukluk anılarımı da çok hatırlamam. Aslında şimdi daha çok fark ettim. Geçmişteki birçok anımı hafızamdan silmiş gitmişim.

Okul yıllarımda, Richard Bach' ın bir kitabını okurken gece yatağının hemen ucunda not defteri ile uyuduğunu okumuştum. Ne gereksiz diye düşündüm. Sabah kalkınca ben hatırlarım, niye hatırlamayayım ki diye düşünürdüm.
Daha sonraları birçok yazar ve şairin hatta bilim adamlarının, küçük not defterleri ile dolaştığını öğrendim. 
Şimdilerde işler daha kolay, yanımızda milyonlarca kelimeyi yazacak hatta ses olarak ve hatta video olarak kaydedecek akıllı telefonlar mevcut.
Ama tüm bunlara rağmen yanımda taşıyacağım küçük bir not defteri edinmem gerektiğine karar verdim. 

Geçenlerde yazdığım küçük hikayeleri birleştirip, onları bir kitap haline dönüştürme kararı aldım. Blogumda hikayeler yazarken de aklıma birçok hikaye geliyor daha sonrasında ise aklımdan geçirdiğim hikayelerin detaylarını tam olarak hatırlayamıyorum. Hele kitap yazma fikrinden sonra, çok fazla fikirler aklımda uçuşuyor ama daha sonrasında yeni fikirler eskilerini örtüyor ve hatırlamama izin vermiyor.
Bu yüzden küçük bir not defteri edinmemin iyi olacağını düşündüm.

Önder Güngör / Ankara / 
Tamamını oku
Tarih: Eylül 16, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Ho'oponopono - Kitaptan küçük bir alıntı.


Ho'oponopono

Hawaiili Şifacıların Sırrı kitabı
Maria-Elisa Hurtada-Graciet
Dr.Luc Bodin


İşte Ho'oponopono'yu iyi anlamınız sağlayacak küçük bir öykü.

Kadının biri bir sabah yataktan kalkar ve henüz uykulu haliyle, mutfağa yönelir. O sırada okula gitmek için evden çıkmakta olan kızıyla karşılaşır. Hemen kızının yüzündeki bir lekeyi fark eder. Bunun üzerine ona şöyle der;

"Yüzündeki lekeyi gördün mü?"

Bir peçete alır ve yüzündeki leke yok olması için lekenin üstünü ovalamaya başlar. Ama ne kadar ovalasa boşunadır, leke kaybolmaz. Bir süre sonra, denemekten vazgeçer ve kızı okula gider.

Bir saat sonra kadın alışveriş yapmaya çıkar. Sokakta komşusuyla karşılaşır. Onun da yüzünün aynı yerinde kızındaki lekenin aynısının olduğunu hayretle görür. Sonra, biraz daha ileride mektupları dağıtmakta olan postacıda da aynı anormallik söz konusudur. Kadın şöyle düşünür: "Ama bu imkansız. Yüzünde lekeler bulunan bütün bu insanlara ne olmuş böyle?" Onlara lekelerini göstermesinin faydası yoktur., ne kadar ovalarlarsa ovalasınlar lekeleri silinmemektedir.

Sonunda, onlardan biri, kadının da yüzünde leke olduğunu söyler. Dehşet içinde, hemen bir ayna çıkarır ve gerçekten de lekeden kendisinde de olduğunu görür..İnanılmaz!. Bu bir salgın olmalı.! Aceleyle bir kağıt mendil çıkarır ve ovar, ovar...O zaman mucize bu ya, leke çabucak kaybolur. En inanılmazı da, yüzündeki bu anormallik silindikçe, çevresindeki bütün insanların yüzlerindeki lekeler de yok olur. O zaman bilinci uyanır. Çevresindeki insanların, tıpkı aynadaki gibi, kendi yansımasından başka bir şey olmadıklarını anlar. Bunu anlayınca, gülümser ve her şey çok daha basitleşir. O zaman, o sabah karşılaşmış olduğu herkese hitaben, zihninde şu sözlerini söyler. "Teşekkür ederim çünkü sizler olmasaydınız yüzümdeki lekeyi asla görmezdim ve onu asla silmezdim."

Ankara / 16 Eylül 2025
Tamamını oku
Tarih: Eylül 15, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Sevdiğin tatlıdan yaptım.

 


Bu sabah çok erken kalktım,
Sevdiğin tatlıdan yaptım.
Yerken onu tek başıma,
Sessiz sedasız ağladım.  (Model: Makyaj / Can Temiz)


Yok yok şaka.
Seğmenler Parkı' na gittim.
Bisiklet bindim. (Önder Güngör)


Tamamını oku
Tarih: Eylül 13, 2025 Yazar: Yorum: 1 yorum

The Doors In Concert

İşyerindeki arkadaşımın ailesi Almanya ' da Aschaffenburg' da oturuyor. Geçenlerde ziyaretlerine gitmişti. Yeniden gitmeyi planlarken şehirdeki konserlere bakmış., gittiğinde belki giderim diye.

Bana da Colos-Saal – Live Music Club ' ın internet sitesini gönderdi.

Keşke Ankara' da da olsa dediğim türden.

Gerçi Ankara' da da çok kaliteli müzik dinliyoruz. Ankara' nın hakkını yemeyelim.

Colos-Saal – Live Music Club konserlerinde ilgimi çeken bir grup oldu. The Doors In Concert


Önce Colos-Saal – Live Music Club sitesinde; grup hakkında yazılı olanları alta bırakıyorum. https://colos-saal.de/komplettes-programm/programm-nach-genres/classicrock-hardrock/the-doors-in-concert-3858.html

Doors in Concert, gerçek bir Doors taklit grubudur. Solistin doğru görünümü ve mükemmel sesi var, klavyeci Ray Manzarek'e çok benziyor, gitarist Robby Krieger gibi çalıyor ve ses çıkarıyor ve son olarak davulcu John Densmore'un en incelikli ustalığına yaklaşabiliyor.

.... The Doors'un gösterileri enerjik, patlayıcı, heyecan verici ve çoğu zaman hareketliydi. The Doors in Concert, bu dönemi sahneye geri getiriyor. Özgün, tutkulu ve ses ve kostüm olarak kusursuz bir şekilde icra edilmiş.

 Özgünlük, bu Hollandalı taklit grubunun ayırt edici özelliğidir. Sesi olabildiğince birebir yeniden yaratmak için yalnızca orijinal grubun çaldığı enstrümanları kullanırlar. Doğal olarak, Vox Continental, Gibson G-101 ve Gibson SG bu tanıma uygundur. The Doors konserindeki klavyeci, tıpkı Ray Manzarek'in de aynı modeli kullanması gibi, bas melodilerini sol eliyle, tarihsel olarak doğru gümüş üstlü bir Fender Rhodes piyano bas gitarda çalar. Doğal olarak, tıpkı The Doors'un zamanında yaptığı gibi, eski Fender amfiler ve mikrofonlar da kullanırlar. Her enstrüman ve her teknik ekipman, muhteşem orijinal sesin en ince ayrıntısına kadar korunmasını sağlamak için özenle ve sevgiyle modellenir ve birleştirilir.

 

Şimdi de grubun kendi sitesindeki yazılanları aşağıya bırakıyorum. https://thedoorsinconcert.com/#the-doors-tribute-band 

The Doors taklit grubu

Otantik canlı ses ve görünümü yeniden yaşayın . The Doors in Concert, The Doors'un en iyi zamanlarındaki ses, görünüm, ekipman ve enerjiye sahip bir The Doors taklit grubudur.

Gerçek canlı ses ve görünüm

The Doors'un altın çağlarındakiyle aynı enstrümanları ve setlist'leri kullanıyoruz. The Doors'a saygı grubumuz, The Doors'u dünyanın gelmiş geçmiş en ikonik psikedelik rock gruplarından biri yapan tüm küçük ayrıntılara odaklanıyor. Tüm bu küçük ayrıntılar bir araya geldiğinde, diğer The Doors saygı gruplarından büyük bir fark yaratıyor!


 The Doors taklit grupları, The Doors'u sahnede canlı dinleme özlemini gidermeye çalışıyor.


 The Doors taklit grubu ve The Doors cover grubu

Yanlış anlaşılmasın, The Doors taklit grupları The Doors cover grupları değildir. The Doors cover grupları sadece The Doors şarkıları çalarken, The Doors taklit grupları Kaliforniyalı a*it rock idollerine saygıyla saygılarını sunar ve The Doors'un canlı bir konserini özenle yeniden canlandırarak The Doors'un mirasını yaşatmaya çalışırlar. Bu, bir The Doors cover grubundan çok daha fazlasıdır.


Authentic Doors taklit grubu

Piyasada birçok The Doors taklit grubu var, ancak The Doors in Concert, hepsinin arasında en özgün The Doors taklit grubu. Biz (The Doors in Concert), The Doors'un stüdyo albümlerinden çok daha saf bir The Doors sound'u sunan canlı albümlerine ve bootleg'lerine aşık olduk. İşte bu yüzden The Doors taklit grubumuz, aynı adı taşıyan canlı albümden adını alıyor .


Özgün bir The Doors taklit grubu olmak, The Doors'un en parlak dönemindeki canlı ses ve görünümü birebir yansıttığımız anlamına geliyor . Bu da, The Doors'u dünyanın gelmiş geçmiş en ikonik psikedelik rock grubu yapan tüm küçük detaylara gereğinden fazla emek harcadığımız anlamına geliyor. Ancak tüm bu küçük detaylar bir araya geldiğinde, diğer The Doors taklit gruplarından büyük bir fark yaratıyor. Grup minibüsümüz bile özgün!

 


 

 Aynı enstrümanlar, amfiler ve mikrofonlar

The Doors'un mirasını yaşatmak için, The Doors'un altmışlı ve yetmişli yılların başında sahnede kullandığı orijinal, otantik enstrümanları, amfileri ve mikrofonları kullanıyoruz.



 

The Doors'un Ray Manzarek'iyle aynı org ve piyano bası

Özgün bir The Doors taklit grubu olmak, orgçumuzun (Willem Vonhof) aynı zamanda basçımız olduğu anlamına gelir. Tıpkı The Doors'tan Ray Manzarek gibi, Willem de sağ eliyle aynı Gibson G101 orgu (1967) veya Vox Continental orgu (1966) çalarken, sol eliyle aynı altın ışıltılı Fender Rhodes piyano bası (1966) veya gümüş ışıltılı Fender Rhodes piyano bası (1966) ile bas çalıyor. Elbette Willem, tıpkı Ray Manzarek'in The Doors'un sonraki stüdyo kayıtlarında ve canlı konserlerinde yaptığı gibi, The Doors'un Riders On The Storm, Queen Of The Highway veya LA Woman gibi sonraki eserlerini özgün bir Fender Rhodes sahne piyanosunda (1971) çalıyor. Ancak aynı enstrümanlarla, The Doors'un en parlak dönemindeki aynı canlı sesi ve görünümü yeniden yaratabiliriz.

Bu büyüleyici bas melodilerini The Doors'un müziğini karakterize eden o tüyler ürpertici org melodileriyle birleştirmek kesinlikle kolay değil. Tıpkı Ray Manzarek gibi, Willem de küçüklüğünden beri eğitimli bir klasik piyanist ve blues tutkunu. Sonuç olarak, Willem'in çalımında Ray'in özgün "Bach ve Chicago blues'u buluşuyor" tarzını duyabilirsiniz. Şanslıysanız, Willem, The Doors in Concert'in konserlerinden birinde Ray'in imzası haline gelen "Close To You" adlı blues şarkısını bile söyler . Bunu yapan başka bir The Doors taklit grubu duymadık. Belki de aynı anda bas, org çalıp şarkı söylemek çok zor olduğu içindir. Şapka çıkarıyorum sana Ray.



 

 The Doors'un Robby Krieger'ıyla aynı gitarlar

Sahnede, gitaristimiz (Sander Compeer) tamamen The Doors'un Robby Krieger'ına dönüşüyor ve aynı ikonik ürkütücü riff'leri ve riff'leri yalnızca parmaklarıyla (yani gitar penası olmadan ) orijinal bir Gibson SG (1970) ile çalıyor. Moonlight Drive ve Who Do You Love gibi slide gitar gerektiren The Doors şarkılarında Sander, tıpkı Robby Krieger'ın The Doors'un altın çağlarında yaptığı gibi, Gibson SG'sini bir Gibson Les Paul Custom ile değiştiriyor.

Robby'nin tarzının zor yanı, gitarı algının kapısıymış gibi çalmasıydı; bu dünyayı bilinmeyenle bağlardı. Bazen Robby'nin gitarı artık bir gitar gibi bile duyulmuyordu. Daha çok ürkütücü bir şimşek ve gök gürültüsü gibiydi; gitaristimizin sahnede tam olarak canlandırmaya çalıştığı şey de buydu. Robby'nin gitarları, John'un davulları ve Ray'in org ve basıyla birlikte, Jim Morrison'ın şamanik ritüelini yaratabilmesinin ve izleyicilerini bu dünyanın ötesindeki özgürleştirici yerlere götürebilmesinin temelini oluşturuyordu.



 The Doors'un John Densmore'uyla aynı davullar

The Doors'un ardındaki ritmik şamanik güç, John Densmore ve Supraphonic trampet ve havlayan ve homurdanan tom'lardan oluşan Ludwig Downbeat davul setinden geliyordu. Davulcumuz (Kees Braams), altın çağlarında The Doors'un John Densmore'uyla birebir aynı davul setine sahip olmasaydı, kendimizi en özgün The Doors taklit grubu olarak adlandıramazdık. Bu yüzden, sahip olduğumuzu söylemekten gurur duyuyoruz! Elbette, imza rengimiz Mod Orange.

John Densmore davul dinamikleri konusunda uzmanlaşmış, ki bu da bizim davulcunun uzmanlık alanı! John'un Drummerworld'e verdiği bir röportajda dediği gibi :


"Bu gülleleri tamtamların üzerine atıyorum - çok sessiz bir yerde! Ne halt ediyorum ben? Ben bile bilmiyordum. Ama sonra dinledim ve düşündüm ki, ah, bu gerilimi artırdı, değil mi? Köprüler ve dizeler - yüksek ve alçak sesle zıtlık oluşturuyor."


The Doors in Concert'in canlı performanslarında da aynı gerilimi yaratmayı seviyoruz. "Bir şeylerin ters gittiği, bir şeylerin tam olarak yolunda gitmediği" hissi. Bu, sizi kim olduğunuzu ve ne yapacağınızı düşünmeye sevk ediyor. The Doors tam da buydu ve bu hissi yeniden yaratmak, bizi gerçek bir The Doors taklit grubu yapan şey. İnanmıyor musunuz? The Doors'un The Celebration Of The Lizard'ına ithaf ettiğimiz albüme bir göz atın .



 The Doors'un Jim Morrison'ıyla aynı mikrofonlar

Gerçek bir The Doors taklit grubu olarak, solistimiz (Danny van Veldhuizen), The Doors'tan Jim Morrison'ın sahnede ve stüdyoda kullandığı mikrofonlarla aynı olan Electro Voice EV-676 krom mikrofonlar (1966) ile şarkı söylüyor. Hatta Electro Voice EV-676 mikrofonlarının birden fazla versiyonu bile var: gümüş ve altın - tıpkı ışıltılı piyano baslarımızda olduğu gibi. Willem ara sıra geri vokallerini gümüş mikrofondan söylerken, Danny de Jim Morrison'ın akıllara durgunluk veren şiirlerini altın mikrofondan okuyor.


 Söylemeye gerek yok, The Doors'un başarısı Jim Morrison'ın eksantrik ve şamanistik görünümüne bağlıydı. Deri pantolon, beyaz gömlek, deri çizmeler, uzun kıvırcık saçlar, elle tutulamayacak kadar sıcak olması ve istediği gibi ateşte dans etmesi. Biz (ve izleyiciler) şarkıcımız Danny'nin günlük hayatında kişisel antrenör olarak çalışması ve böylece kadınları eğlendirirken 3 saat boyunca aralıksız dans edebilmesi konusunda kendimizi çok şanslı hissediyoruz.


The Doors ile aynı sahne performansı

Gerçek bir The Doors taklit grubu olmak, yalnızca orijinal The Doors ile aynı ekipmana sahip olmamız anlamına gelmiyor; aynı zamanda sahne görünümümüzün de 1968'deki bir The Doors konserindekiyle birebir aynı olması gerekiyor. Deri pantolonlardan şaman danslarına, mumlardan bolca paçuli tütsüsüne kadar her şeyi yeniden yaratıyor ve izleyicilerimizi daha önce hiç gitmedikleri yerlere götürüyor, aynı zamanda Kaliforniyalı idollerimizi de anıyoruz.


The Doors'un canlı performanslarıyla aynı şarkı listesi

Ayrıca The Doors şarkıları seçimimiz de özgün. The Doors, stüdyo albümlerinde duyduğunuz grup değil. The Doors, bulabileceğiniz birçok canlı albümde ve korsan kayıtta duyduğunuz grup. The Doors, pek tanınmayan bir gruptu ve sizi nerede olduğunuzu ve nereye gittiğinizi düşünmeye sevk etti.


The Doors'a saygı duruşunda bulunan bir grup olarak kendimize The Doors in Concert adını veriyoruz çünkü The Doors'un sahnedeki kimliğine, 1991 tarihli aynı adlı canlı albümde duyabileceğiniz gibi The Doors'un canlı performans mirasına saygı duruşunda bulunmak istiyoruz. Bu yüzden set listelerimiz "sadece hitlerden" oluşmuyor. Universal Mind, The Celebration Of The Lizard , Baby Please Don't Go ve Mystery Train gibi daha az bilinen şarkılara da saygı duruşunda bulunuyoruz. Ayrıca 5 dakikadan uzun, belki 10 dakika süren org ve gitar soloları vermeyi de seviyoruz . Tıpkı The Doors'un 1968'de yaptığı gibi.


 Gerçek canlı sesi ve görünümü yeniden yaşayın

Tıpkı The Doors'un canlı performanslarında olduğu gibi, ne başarmaya çalıştığımızı gerçekten anlamak için canlı performanslarımızı deneyimlemeniz gerekiyor. The Doors'un müziğinin kutsal bir zemin olduğunu biliyoruz ve (diğer) The Doors taklit gruplarına karşı da diğerleri kadar şüpheciyiz. Ancak gösterilerimize, enstrümanlarımıza ve The Doors şarkı seçimlerimize kattığımız ayrıntı miktarıyla, The Doors'a tam anlamıyla saygı duymaya, piyasadaki en ikonik psikedelik rock'a saygımızı sunmaya ve The Doors'un mirasını yaşatmaya çalışıyoruz.


The Doors in Concert'ı aksiyonda izlemek ister misiniz? Belki yakınınızda bir yerde sahne alırız! Yaklaşan turne tarihlerimizi görmek için aşağıdaki butona tıklayın. The Doors'un müziğini çok yakında sizinle birlikte kutlamayı umuyoruz!


Ben bu yazıyı 13 Eylül' de yazıyorum.  Aschaffenburg' taki  Colos-Saal – Live Music Club' ta, The Doors In Concert konseri 19 Eylül' de.


 

Tamamını oku
Tarih: Eylül 10, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Sıkılmış yumruklarla el sıkışamazsınız.




Sıkılmış yumruklarla el sıkışamazsınız.
Gandhi
Tamamını oku
Tarih: Eylül 09, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Bir Çin Atasözü Der Ki!



Bir Çin Atasözü der ki;

Bilmeyen ve bilmediğini bilmeyen bir aptaldır. Ondan sakının.
Bilmeyen ve bilmediğini bilen bir öğrencidir. Ona öğretin.
Bilen ve bildiğini bilmeyen uykudadır. Onu uyandırın.
Bilen ve bildiğini bilen akıllıdır. Onu izleyin.



Tamamını oku
Tarih: Eylül 08, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Sen olsan ne yapardın?




Geçen Cuma günü işten erken çıkmıştım. Eve gelip üstümü değiştim ve bisikletimi arabaya yükledim. Bazı günler işten erken çıkar Eymir' de iki tur atar ve sonrasında da hemen eve dönerdim.
Bu sefer öyle olmadı. İkinci turu bitirmiştim ki, gölün kenarında bir grubun gitar çalmakta ve şarkı söylemekte olduğunu gördüm  İzin alıp, yanlarına oturdum. Saatlerce onları dinledim, şarkılarına eşlik ettim. Epeyce geç bir saate kadar kaldık. Gitme zamanı geldiğinde, herkes arabalarına binip, yola koyuldu. Ben ise bisikletime atlayıp, TRT kapısına doğru sürmeye başladım. Hiç bu saate kadar burada kalmamıştım. Yolda kimse olmadığı gibi bisikletimin ışığı yolu aydınlatamayacak kadar zayıftı. Her yer kapkaranlık ve ürkütücüydü. Gündüz güle oynaya sürdüğüm bu yollar korku filmini andırıyordu. Hızlıca pedallere basıp bir an önce arabaya ulaşmak istiyordum. Yokuş aşağı inerken bile pedalleri çeviriyor, olabildiğince hızlı gitmeye çalışıyordum. O kadar karanlıktı ki biri önüme çıksa kesin görmez çarpardım. Niye bu saate kadar kalmıştım ki. Üstelik hava iyice soğumuş burnum da akmaya başlamıştı.
Arada bir çukurlara giriyor ama buna rağmen hızımı kesmiyordum. Yolu hayal meyal görmeme rağmen daha hızlı gitmek için pedallere olanca gücümle basıyordum. Bu karanlık ve ıssızlık beni ürkütüyordu. Yokuş aşağı bir yola geldiğimde iyice hızlanmıştım. Bu arada iyi bağlamadığım kaskım kafamdan uçup gitti. Yere düşüşünün ve yuvarlanışın sesini duydum. Halen daha yolun üstünde olmalıydı. Çokta pahalıya almıştım.  O yüzden bırakıp gidemezdim. Frene sıkıca bastım. Tekerleklerden gelen sert bir sesle direksiyon iki yana sallanıp bisikletin arkası sola kayarak durdum. Bisikleti yere bırakıp, cebimdeki küçük feneri çıkararak yolda kaskımı aramaya başladım. Fener küçüktü ama ışığı oldukça güçlüydü. Kaskımı ne kadar geride düşürmüştüm acaba bir türlü bulamıyordum. Aceleyle ve telaşla arıyordum. Aklım hemen bisiklete atlayıp buradan kurtulmaktaydı. Yolun kenarında bir beyazlık hissettim, kaskım olabileceğini düşünerek feneri o tarafa çevirdim. Birden ürpererek iki adım geri attım. Yerde yaralı beyaz bir köpek yatıyordu. Boynunun alt kısmı göğsüne doğru kanlar içerisindeydi. Geriye doğru koşup bisiklete binip hemen kaçmayı düşündüm. Acaba bu halde koşabilir mi diye içimden geçirdim? Gündüz bisiklet sürerken defalarca yanlarından geçtiğim köpeklerden biri olmalıydı. O zaman hiç korkmadan önlerinden geçtiğim bu köpek, gecenin bu saatinde son derece korkutucu gelmişti bana. Aklımdan bin bir tane kaçış fikri geçmesine rağmen temkinli hareket etmeye karar verdim. Yavaşça geri geri adım attım. Biraz daha uzaklaşınca bisiklete doğru yürüyecek ve hemen kaçıp gidecektim.
Aniden bir ses işittim.
"Korkma."
Bu bir insandan olamayacak derecede kalın ama açık bir havada olamayacak kadar tok bir sesti. Hemen dönüp arkama baktım. Etrafımda hiç kimse yoktu. Tekrar aynı sesi duydum.
"Korkma. Biraz suya ihtiyacım var" diye aynı tok sesi duydum.
Ellerim titreyerek çantamdaki açılmamış pet şişelerden birini aldım.
"Kapağını aç yere bırak, gerisini ben hallederim." dedi.
Korkudan parmaklarımla kapağı tutup çeviremiyordum. Vücudum kaskatıydı. Ellerim titriyor, parmaklarım kapağı bir türlü çeviremiyordu. Nasıl olduysa kapağı açmaya başarabildim. Başımı kaldırdığımda köpek yok olmuştu.
Artık bundan sonra bir saniye daha burada kalamazdım.
Bisikleti bıraktığım yöne doğru hızlıca koştum. Ne kadar da geri gelmişim. Bisiklete bir türlü ulaşamıyordum. Ayağım sert bir metale çarptı, tökezleyerek yere düştüm. Hızlıca kalkıp çarptığım bisikleti yerden kaldırdım ve üzerine atladığım gibi pedallere bastım. Ne kadar gittiğimi bilmiyorum ama arabaya geldiğimde, bisikleti yarım yamalak arkaya tutturup, gaza bastım. 
Eve gidinceye kadar halen daha her yer gözüme karanlık geliyordu.

Sabah kötü bir kabusla uyanmış gibi yorgun ve bitkin halde yataktaydım. Daha gün yeni ağarıyordu. Yataktan çıkmakta acele etmedim. Biraz daha sağa sola dönüp uyumayı denedim. Ancak dün gece gördüğüm rüyanın halen daha etkisindeki zihnim uyamama izin vermedi. Kalkıp duşa girdim. Salonu havalandırmak için pencereyi açtığımda gözüm aşağıda duran arabama takıldı. Bisikletim  arabanın arkasında duruyordu. Panik halde saçlarım ıslak vaziyette aşağıya inip bisikleti eve çıkardım. Tüm gece arabanın arkasında öylece durmuştu. Halbuki başka bir gün, gündüz vakti böyle bıraksam bir saatte uçar giderdi.
Kafamda bir sürü düşünce hızla  dolaşıyordu. Bisikletim niye arabanın arkasındaydı. Hızlıca aşağıya inip, bagajda ve ön koltukta kaskımı aradım ama bulamadım. Kurulu oyuncak gibi hareket ediyordum. Bisikleti tekrar aşağıya indirdim. Arabaya binip, sabahın köründe Eymir' e gittim. Aklımda sürekli aynı düşünce vardı; dün geceki yaşadıklarım gerçek miydi yoksa rüya mıydı? Tabi ki rüyaydı. Her zamanki gibi dün yine Eymir'e gitmiş, sonra erkenden eve dönmüştüm. Demek ki çok yorulmuşum ki hemen uyuya dalmıştım. Aklımdan sürekli bu düşünceleri geçiriyordum. Eymir'e vardığımda bisiklete atlayıp gölün çevresinde sürmeye başladım. Dün gece rüyamda karanlıkta panik halde sürdüğüm yollardan şimdi sakince geçiyordum. Yolun kenarında durup, geceki rüyamdaki ayrıntıları hatırlamaya çalıştım. Evet kesinlikle bir rüyaydı. Kaskı düşürdüğümü sandığım bölgeye geldiğimde bisikletten inip yürümeye başladım. Ortalıkta kask mask yoktu. Biraz daha yolda yürüdükten sonra, kendi kendime "Hayır o bir rüyaydı. Köpekler asla konuşamaz. Amma manyaksın. Bir de rüya mı gerçek mi diye soruyorsun kendine." diyerek, dünkü rüyamla tekrar yüzleşmeye çalıştım. Aramayı bırakıp, geriye doğru dönerken aniden yoldaki kanları gördüm. Kanları takip ettiğimde yol kenarındaki çimenlerin oraya kadar gidiyordu. Çimenlerin üzerinde beyaz kıllar vardı. "Saçmalama oğlum o bir rüyaydı. diyerek başımı kaldırdım. Çimenlerin biraz ilerisinde durmakta olan kaskımı gördüm


Ankara / Önder Güngör /2019
Tamamını oku
Tarih: Eylül 07, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Ben dağlıyım, bu çukur ovalarda kalamam

 İnsan bilmediği yaşamadığı yeri nasıl yazabilir ki. "Ağaç vardı, göl vardı. Ağaç yeşildi, göl soğuktu der." Yazar yazmasına da -ne de olsa gördü bir şeyler-, kelimelerin içi hep boş kalır. Doğru kelimeleri seçemez yazarken...

İşte Kaz Dağları da öyle bir yerdi benim için. Yüzyıllık ağaçlar, belki de binlerce yıldır akan dere, küçük bir şelale. 
Bir öğlen saatinde önce ayaklarımı soktum Hasanboğuldu Göleti' ne. Yan tarafta bir tabela "İçme suyudur. Yüzmek yasaktır." Kusura bakmayın ağalar, o kadar yol tırmandım, üstelik gençler atmış kendisini bu buz gibi suya, ben geri kalamam.
Ayaklarımı hissetmiyorum. Önce bir uyuşukluk ardından bir ağrı. Evet soğuktan ayaklarım ağrımaya başladı. Bu kadar sıcak bir günde ayaklarımı ağrıtacak kadar soğuk bir suyun yanındayım. Sabahattin Ali' nin romanındaki Emine geliyor aklıma. "Ben dağlıyım ovalara inemem."
Bu dağı, bu ağaçları gördükten sonra evet haklısın Emine diyorum içimden. 
Başımı kaldırıp acaba hangisi "Emine Çınarı"dır diye ağaçlara bakıyorum.
Arkamdan bir ses. "Atlamayacak mısın?"
"Hayır yavaş yavaş girmeyi deneyeceğim."
Bunu dememle birlikte ellerim önde kendimi bırakıyorum suya. Su öyle soğuk ki. Nefes alamıyorum bir süre. Panikle kendimi kenara atıyorum. Acı yersiniz, ağzınız yanar, ama buna rağmen bir acı daha atarsınız ya ağzınıza. İşte bu da öyle bir şey. Tekrar kendimi suya atıyorum. Dibe doğru dalıp gözlerimi açıyorum. Korneamın üşüdüğünü hissediyorum. Evet ömrümde ilk kez korneamın üşüdüğünü...
Üşüdükçe dışarı çıkıyor, hemen yandaki güneşin ısıttığı kayalara sarılıyorum. Sonra tekrar suya.
Bir saat kadar bu suyla oynuyorum. O kadar zevk veriyor ki çıkıp çıkıp tekrar giriyorum. Üşütüyorum derimi, içimi...
Geri dönüş yolunda da deredeki bir çok su birikintisinde girip üstümü ıslatıyorum. Soğuk su çekiyor kendine.
Derin derin soluyorum. Sanki ciğerlerim, acıkmış bir insanın hızlıca sofradakileri bitirmesi gibi havayı bitirmeye çalışıyor.
En son Sütüven Şelalesinin altına atıyorum kendimi. Şelalenin aktığı yer biraz daha derin ve yukarıdan düşen suyun yüzüme çarpması hoşuma gidiyor.
Bir kaç saat sonra kendimi Zeytinli Plajının boğucu sıcağının altında buluyorum. Bir kez daha dağlı Emine'nin sesi geliyor kulağıma tam da kitaptaki sözleriyle;
"Ama ben dağlıyım, bu çukur ovalarda kalamam."





Önder Güngör / Edremit / 2016
Tamamını oku
Tarih: Eylül 06, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Eray Kihtir - Ankara ' da Türkçe Rock


Bob Marley,  “Müziğin güzel yanı, size çarptığında hiç acı hissettirmemesidir.” der.

Bugün size biraz Eray' dan bahsedeceğim. Eray Kihtir.

Kendisini yıllardır dinlerim. Perşembe günleri Beat Rock Pub - Taurus' ta çalıyor. Müzik dinlemek harika bir şey, hele bir de sevdiğiniz bir arkadaşınız çalıyor ve söylüyorsa...

Grubunun adı uzun. Kapı Türkçe Rock Müzik Grubu

Bazen diyorum ki "Bu adam bizim için mi çalıyor? Yoksa kendisi için mi?"

"Müziğe bir şey katmak istediğimde, onu dinleyen birini düşündüğümü fark ettim. Onların hayatına bir parça daha eklemek istediğimi." Bob Dylan

Ara verdiğinde bile ayrı bir enerjiyle her masayı dolaşır, gelen arkadaşlarıyla mutlaka bir kaç kelam eder. O, kalabalıkta dahi her arkadaşını fark eder. Mütevazı kişiliği onu ilk kez dinlemeye gelenler için bile hemen hissedilir.

Hem gitarıyla hem sesiyle yıllardır bizi büyülemeye devam ediyor. Eğer siyahi olsaydı ve 1950' lerde Amerika' da yaşasaydı, ünlü bir Blues müzisyeni olurdu.

Bir hafta Cem Karaca ağırlıklı, bir hafta Barış Manço, bir hafta 80' ler, bir hafta çooook eskiler..



Her hafta tekrara düştüğü şarkı ise, Dönence.

“Harika bir şarkı, kötü bir şarkıcıya iyi gelebilir; ama iyi bir şarkıcı, harika bir şarkıyla birleştiğinde gerçekten büyüleyici olur.”Quincy Jones

İddiam şudur ki. Sadece Dönence' yi dinlemeye gelenler var.

Bende Eray' ın çaldığı Dönence' nin çok kaydı var. Birisini bulursam hemen bu satırların altına ekleyeceğim. (Bulamadım.😔)

“Bir şarkı yazdım, çünkü anlatamadım.” — Fikret Kızılok

Hafta içi olmaz diyenler için Cumartesi' leri de Kaan' a çalıyor Eray.(Kaan' dan ayrı bahsedeceğim bir sonraki yazımda.) Bir iki şarkıda orada söylüyor. 

Bir ezgi, bir ritim, bir ses... Hepsi bir araya geldiğinde, insanın en derin duygularına dokunan görünmez bir dil oluşur.

Her insanın hayatında bir “şarkı” vardır. Ayrılığın şarkısı, hüznün şarkısı, yalnızlığın şarkısı, mutluluğun şarkısı....

 “Hayatta hiçbir şeyim az olmadı senin kadar, hiçbir şeyi istemedim seni istediğim kadar.” Cem Karaca


Bir iki video bırakıyorum aşağıya.

Önder Güngör / Ankara / 06.Eylül.2025

Tamamını oku
Tarih: Eylül 04, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Dikkat! Bir sözcüğü üç kez yineliyor musunuz?



Söylediğiniz sözcükleri dinlemek için kendinize zaman ayırın. Eğer bir sözcüğü üç kez yineliyorsanız bunu bir kenara not edin. Bu sözcük artık sizin için bir kalıp niteliği kazanmıştır. Haftanın sonunda da oluşturduğunuz listeyi inceleyin, kullandığınız sözcüklerin sizin deneyimlerinizle nasıl uyuştuğunu görüp şaşıracaksınız.


Louis L. Hay / Düşünce Gücüyle Tedavi

Tamamını oku
Tarih: Eylül 03, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

İhtiyaçlar Kitabı (İhtiyaçlar Değişir)

  



Büyük bir iç sıkıntısıyla uykusundan uyandı. Atletle yattığı halde sırılsıklam ter içindeydi. Yatağında doğruldu ve atletini çıkardı. Nefesi hızlıydı. Karnı bir iniyor bir çıkıyordu. Gördüğü rüyayı hatırlamaya çalıştı ama hatırlayamadı.
Dünkü yaşadığı olayların sıkıntısını hala üzerinden atamamıştı.
Hemen komidinin üzerindeki kitabına uzandı.
Kitabın beyaz bir kabı vardı. Siyah büyük harflerle adı yazılıydı. "İHTİYAÇLAR KİTABI". Başlığın altında küçük harflerle "İhtiyaçlar değişir." yazılıydı.
Kitabın kırkıncı sayfasını açtı. Her ihtiyaç duyduğunda, kırkıncı sayfayı okurdu.
"Bir şey yok. Hayata devam..."
Kitabı kapattı ve yerine koydu.
Odadan çıktı.
Bir daha ihtiyaç duyduğunda yine kitabın kırkıncı sayfasına bakacaktı. Daha önce binlerce kez bakmıştı ve her baktığında kırkıncı sayfada başka bir şey yazıyordu.


Önder Güngör/ 2009 yılında yazmıştım./
Tamamını oku
Tarih: Ağustos 31, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Nasıl para kazanılır?


“İstediğini elde etmek için, onu hak etmelisin. Dünya henüz hak etmeyenleri ödüllendirecek kadar çılgın değil.” Charlie Munger, Warren Buffett’ın sağ kolu veBerkshire Hathaway’in efsanevi başkan yardımcısıydı.

“Borsa sabırsızdan sabırlıya para transferi aracıdır.” Warren Buffett

Para önemli midir? 

Eğer biri size para önemli değil diyorsa bilin ki yalan söylüyordur. Kaçın ondan. Çünkü para çok önemlidir. Hele şu günlerde...

Önemli olmasa Lidya' lılar ilk parayı binlerce yıl önce basmazlardı.

Ya da Yunan Mitoloji' sinde, Ploutos olmazdı. Kendisi zenginlik tanrısıdır. Gözleri kapalı olarak tasvir edilir. Çünkü zenginliği dağıtırken eşit dağıtması gerekir.


Antik Mısır' da firavunlar zenginliklerini göstermek için devasa tapınaklar ve piramitler inşa ettirirlerdi. Bu onlar için gücün ve zenginliğin göstergesiydi.

Para zenginlik demektir. Harcamasını bilirsin bilmezsin ama paran varsa zenginsindir. Hani derler ya     "Ben parayı değil, parayla satın aldıklarımı seviyorum diye..." Yok dostum...Sen parayı seviyorsun.

Niye böyle bir yazı yazıyorum biliyor musunuz?

Geçenlerde bir arkadaşım dedi ki ( inşaat işleri ile uğraşan biri) "Abi siz memurlar zengin olamazsınız." "Neden?" dedim.

"Çünkü para kazanmayı bilmiyorsunuz." dedi.

"Nasıl yani."

"Ben şu anda iflas etsem bile, bir yılda kaybettiklerimin hepsini yeniden kazanabilirim. Hatta fazlasını kazanırım.  Çünkü para kazanmayı biliyorum. Siz bilmiyorsunuz." dedi.  "Parayı kazanmayı bilmek." diye bir şey varmış. Belki de haklı. 



Üniversite yıllarımda okuduğum bir kitap vardı. Jack Ensign Addington 'un "%100 Düşünce Gücü" 

Bu kitapta parayı kazanmayla ilgili bir yasadan bahseder. Önce yanlışları sıralamış.

"Yasayı kullanmamıza bağlıdır. İnsanları sınırlayan ve zenginlikten mahrum kılan yanlış inanışlar şunlardır.

    1- Zenginliğin şansa bağlı olduğuna inanmak yanlıştır.
    2- Zenginlik yalnızca “para kazanma” yeteneğine bağlı değildir.
    3- Zengin olmanın günahkarlık olduğunu düşünmek yanlıştır.
    4- Cimriliğin erdem olduğunu düşünmek yanlıştır.
    5- Zengin bir hayat sürmenin gelecek için mal ve para depolamak olduğuna inanmak                 yanlıştır.
    6- Zengin olmak için kötü olmanın şart olduğuna inanmak yanlıştır."



 “Parayı genellikle kendinize çekersiniz, peşinden koşmazsınız.” Jim Rohn

George S. Clason' un,  Babilin En Zengin Adamı adlı kitabından da bir bölüm paylaşmak istiyorum.

Bansir de aynı fikirdeydi. “Tanrıların bana bir işkencesi olmalı bu. Bir rüya ile başladı, anlamsız bir rüya; rüyamda imkânları olan bir adam olduğumu gördüm. Kemerime bağlı çantam dolup taşıyordu, sikkelerden dolayı ağırlaşmıştı . Umarsız dilencilere dağıttığım şekeller vardı; karıma ve kendime ne istersem almak için kullandığım gümüş paralar vardı; gelecek için bana güvence veren altınlar vardı, böylece gümüşleri harcarken hiç tasalanmıyordum. Görkemli bir tatmin hissi vardı içimde! Çalışkan arkadaşını tanımazdın. Karımı da tanıyamazdı n, yüzündeki endişe kırışıklarının hepsi yok olmuştu, mutluluktan parlıyordu. Yine evliliğimizin ilk günlerindeki gülümseyen genç kı za d önüşmüştü.” “Hoş bir rüyaymış hakikaten,” dedi Kobbi. “Peki o zaman bu hoş hislerden sonra neden duvarın üzerinde öyle oturuyorsun?” “Neden mi! Uyandığımda ve para çantamın ne kadar boş olduğunu hatırladığımda bir başkaldırı hissi bürüdü içimi. Gel bu konuyu birlikte konuşalım. Denizcilerin dediği gibi aynı geminin yolcusuyuz ikimiz. Gençken birlikte rahipleri ziyaret ederek bilgeliklerinden yararlandık. Genç adamlar olarak birbirimizin zevklerini paylaştık. Yetişkin erkekler olarak da her zaman yakın olduk. Tatmin olmuş kişileriz. Uzun saatler çalışarak kazandıklarımızı özgürce harcamak bizi tatmin etti. Geçtiğimiz yıllarda para kazanmış olsak da zenginliğin getirdiği mutlulukları sadece hayal edebiliyoruz. Of! Aptal koyunlardan ne farkımız var? Dünyanın en zengin şehrinde yaşıyoruz. Gezginler diyor ki hiçbir şehir bu kadar zengin değil. En yakın arkadaşımın, yani senin cüzdanın boş ve bana diyorsun ki: ‘Senden önemsiz bir miktar olan iki şekeli ödünç alıp asillerin ziyafetine katılabilir miyim?’ Ve ben ne cevap veriyorum? ‘Cüzdanım burada, içindekileri memnuniyetle paylaşırım,’ mı diyorum? Hayır, kabul etmeliyim ki benim de cüzdanım seninki kadar boş. Mesele nedir? Neden gümüş ve altınımız yok bizim? Giyim ve yemekten fazlasına yetecek kadar paramız neden yok? Oğullarımızı düşün. Onlar da babalarının izinden gitmeye devam etmiyor mu? Oğullarımız ve onların aileleri ve onların oğulları ve onların oğullarının aileleri de bu kadar altın hazinesinin ortasında yaşayıp bizim gibi ekşi keçi sütü ve yulaf ezmesini mi ziyafet olarak görecekler?’’ diye cevap verdi Bansir.


Bansir ne diyor?

Görkemli bir tatmin hissi vardı içimde..

Sevgili okur arkadaşım, sana bir sır vereyim.

Para kazanmak için öncelikle güçlü bir zihniyete sahip olman gerekiyor. Çünkü zenginlik bir bakış açısıdır. Zengin olmanın ilk adı; "Zengin olmayı hak ettiğine inanmak." dır. Ben inanıyorum ama zengin olamıyorum diyorsan bil ki "Henüz inanmamışsın." 

Bir alıntıyla devam etmek istiyorum. Rezonans Kanunu kitabından; (Pierre Franckh) (Çok sevdiğim bir kitaptır.)




Başarılı insanların hayat  hikayeleri  ile  ilgilen.
Böyle başarılı yaşam öykülerini konu alan  kitaplar oku, filmler seyret.
Para  sıkıntısı  çekerken,  ekonomik  özgürlüğe ulaşmış insanların hikayeleriyle meşgul ol.
Mucize" denilen şeylerle ilgilen.

Sadece bilmek yetmez, bilgiyi kullanmak gerekir. Sadece istemek yetmez, harekete geçmek gerekir. / GOETHE

Şimdi Google' a  girip, ya da bir yapay zekaya sorup, "Nasıl zengin olunur?" " En çok para kazandıran işler nelerdir?" "Para kazandıran sektörler." "Hangi iş çok para kazandırır?" "Evde para kazanma" gibi bir çok şeyi araştırabilirsin ama benim bu yazımda anlatmaya çalıştığım, önce zihniyetini değiştirmen sonra da bu zihniyeti desteklemen gerektiğiyle ilgili.

Para kazanman için "Para kazanma düşüncesi ile barışık olman gerekiyor."

Dünyanın en zengin yatırımcılarından biri olan Warren Buffett’ ın bazı sözleri ilham verici olduğu için hemen alta bırakıyorum.

“Uyurken para kazanmanın bir yolunu bulamazsan, ölene kadar çalışırsın.” (Pasif gelirden bahseder.)

“Birileri bugün gölgede oturuyorsa, uzun zaman önce birileri ağaç ektiği içindir.” (Uzun vadeli yatırımdan bahseder.)

Size ilham olsun diye yine bir kitaptan alıntı yapmak istiyorum. Kitabımız Milyoner Aklın SırlarıT. Harv Eker

Sonra, bir gün babamın bir arkadaşı bana önerilerde bulundu, şans işte! Annemlerdeydim. O kardeşimle iskambil oynuyordu ve geçerken beni fark etti. O sıralarda yine ekonomik sıkıntıya düşmüş ve üçüncü defadır annemlerin evine geri dönmüştüm; evin “alt kattaki dairesinde”, yani bodrumda oturuyordum. Babam ona benim feci durumumdan söz etmiş olmalı ki, bana acıma hissiyle bakıyordu.

“Harv” dedi, “Ben de senin gibi, tam bir enkaz olarak işe başladım”. “Harika” diye düşündüm; böylece kendimi daha iyi hissediyorum! O’na meşgul olduğumu; duvardaki kalkmış boyayı seyrettiğimi söylemeliydim!

O devam ediyordu: “Sonra birisi bana hayatımı değiştiren bir nasihatte bulundu, ben de onu sana aktarmak istiyorum.” Hayır, olamaz, işte bir baba-oğul nutku daha, üstelik o babam bile değil!” Ve şöyle dedi: “Harv, istediğin kadar iyi değilsen, bu sadece senin bilmediğin bir şeyin olduğunu gösterir.” O sırada delifişek genç bir adam olduğumdan, aşağı yukarı her şeyi bildiğimi düşünüyordum, ama maalesef banka hesabım tam tersini söylüyordu. Sonuçta babamın arkadaşını dinlemeye başladım. Sözüne devam etti, “Parasal başarıya, refaha ulaşmış insanların birbirlerine benzer şekilde düşündükleri gibi; parasal başarısızlık yaşayan, ekonomik sıkıntıdan kurtulamayan insanların da hemen hemen birbirleriyle aynı şekilde düşündüklerini ve hareket ettiklerini biliyor muydun?”

“Hayır” dedim, “Bu hiç aklıma gelmedi!” O ise cevap olarak, “Bu tam bir bilim değil, ama çoğunlukla başarılı insanlar bir türlü, başarısız insanlar çok başka türlü düşünürler, işte bu düşünme yöntemleri davranışlarını ve davranışlarının sonuçlarını belirler.” dedi ve şöyle devam  etti: “Para konusunda başarılı olmuş insanlar gibi düşünürsen ve onların yaptıklarını yaparsan, sen de başarılı olur musun?” Havası kaçmış bir topun duyduğu güvenle, “Evet, herhalde” diye cevap verdiğimi hatırlıyorum. “ O halde” dedi, “ Yapman gereken şey parasal başarıya, refaha kavuşmuş insanların düşünce şeklinden kopya çekmektir.”

O günlerdeki kuşkucu tavrımla, “Peki, şu anda ne düşünüyorsun?” diye sordum. “Parasal başarıya ulaşmak konusunda kendi kendilerine söz vermiş insanların sözlerini tuttuklarını düşünüyorum ve şu anda benim babana sözüm var. Çocuklar beni bekliyorlar, görüşürüz.” dedi ve gitti. O çıktı gitti, ama söyledikleri aklımda kaldı!

Hayatımda hiçbir şey yolunda gitmiyordu. Ben de her şeye boş verip, kendimi para konusunda başarılı insanları ve onların düşünme yöntemlerini araştırmaya adadım. Zihnin çalışmasına dair ulaşabildiğim her şeyi öğrendim, ama asıl para kazanma psikolojisi üzerine odaklandım. Ve bunun çok önemli olduğunu keşfettim: Para konusunda başarılı insanlar, deli gibi çalıştığı halde iki yakasını bir  araya getiremeyen, ekonomik sıkıntılardan kurtulamayan insanlardan farklı düşünüyorlardı gerçekten de. Sonunda, kendi düşüncelerimin aslında beni nasıl para kazanmaktan, zengin olmaktan alıkoyduğunu anladım. Daha önemlisi, aklımı, “Para Haritamı” yeniden şartlandırmaya ve beni parasal başarıya ulaştıracak birkaç güçlü teknik ve stratejileri öğrenmeye kanalize ettim. Ve sonra “Bu kadar laga luga yeter, şimdi de deneyeyim bakalım.” dedim.

Hemen yeni bir işe girişmeye karar verdim. Sağlık ve spor konularına ilgi duyduğum için Kuzey Amerika’nın ilk perakende “fitness” mağazalarından birini açacaktım. Param yoktu, işi başlatmak için Visa kartımdan 2.000 $ kredi çektim. Model aldığım parasal başarıya ulaşmış, zenginliği yakalamış insanların hem iş stratejilerini hem de düşünme stratejilerini uygulamaya koyuldum, ilk olarak kendimi başarıya ve kazanmak için oynamaya adadım. Yaptığım işe odaklanmaya ve bu konuda para kazanmadan onu bırakmayacağıma yemin ettim. Bu, önceki çabalarımdan radikal bir biçimde farklıydı, çünkü  eskiden hep kısa vadeli düşündüğüm için ya iyi fırsatlar yanımdan geçip giderdi ya da işler kötüleştiğinden fırsatlar bana uğramazdı.

Şimdi gelelim Nasıl para kazanılır? sorusuna.

Önce zihninizi sonra da aklınızı kullanmanız gerekiyor. Sadece akıl yetmiyor. Önce para kazanmaya ikna olmak gerekiyor. Çünkü zihnimiz bu konu hakkında çok karışık. Bilinçaltı tahmin edemeyeceğiniz şekilde kirli. Temizleyin onu..

Sonra da akışa bırakın.



Önder Güngör / Ankara





Tamamını oku
Tarih: Ağustos 27, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Dilek Kutusu

 



Sarı kafalı çocuk sokağa çıktı. Bir köy kadar nüfusu olan bir sitede oturuyordu. İlkbaharın ilk günleriydi.  Sitedeki oyun parkına kadar ilerledi. Elinde taşıdığı masayı açarak ayaklarını sabitledi. Masanın üstüne, koltuğunun altına sıkıştırdığı örtüyü serdi. Tekrar evine gitti. Çocuklar parkta oynuyor, anneleri banklarda oturmuş çocuklarını izleyerek sohbet ediyorlardı. Sitenin küçük yollarında yaşlılar yürüyüş yapıyorlardı.

Sarı kafa yeniden parka doğru yürüyordu. Elinde kendisi kadar büyük olan bir kutu taşıyordu. Kutuyu masanın üstüne koydu. İçinden çıkardığı plastik çubukları birleştirerek ayaklı bir pano yaptı. Panoyu masanın arkasına yerleştirdi. Yine kutudan çıkardığı üstünde büyük harflerin kesilerek yazıldığı kartonları panoya astı. Üzerinde "Dilek Köşesi" yazıyordu.
Sonunda dekorunu bitirdi. Bir masa, masanın arkasında ise üzerinde "Dilek Köşesi" yazılı ayaklı bir pano..

Masanın üstüne bir defter ve kalem koydu. İlk sayfasına şöyle yazdı;
-"Bu bir dilek defteridir. Herkes dileğini buraya yazsın ve panoya assın"

Saatler sonra oyun oynayan çocukların dikkatini çekmişti bu dekoru. Yolda yürüyüş yapan diğer insanların da.

Akşama kadar gelip gidenler, panoyu inceleyenler hatta sarı kafa ile sohbet edenler de oldu.

Ama bütün bir gün boyunca hiç kimse dilek yazmadı ve panoya asmadı.

Sarı kafa dışında.

Dilek tutmayı bile unutmuştu insanlar. Hayal etmeyi....İstemeyi... 

Önder Güngör / Ankara / 16.01.2016

Tamamını oku
Tarih: Ağustos 25, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Ben sana hayran Sen cama tırman.

Güre Sahili / Güre / Akçay /Edremit

SEVGİLİYE MEKTUP

Bir  dakika   evvel  elimde  kağıt kalem yok­ken, seninle konuşuyor ve  sana yazıyordum. Elimde kağıt  ve  kalem olmadığını söylediğim veya yazdığım halde senin karşımda olmadığı­nı söyleyemezdim.  Bunu bir şair kafası ya  da fantezisi farzet:  Sen karşımda idin. Bunu söy­lemek güzel bir  şey değil, fakat samimi. Hem galiba, bugün benim gibiler sevgililerinin kar­şısında imiş gibi olurlar.  Demin  sensiz ve  ka­lem kağıtsız birçok şey konuştum,  yazdım. Bunların çoğunu beğenmiş olacağım ki kalk­tım, kalem kağıt aradım.  İşte oturdum, yazı­yorum. 

Senden bahsetmek istemem.  

Zaten bah­sedecek bir şey yok ki. ..

 Ben seni çok seviyo­rum. Senin dünya umurunda değil!  Bizim Or­han ne  güzel söylemiş: 

Ben sana hayran 

Sen cama tırman 

Sait Faik Abasıyanık / Balıkçının Ölümü


Ben sana hayran
Sen cama tırman

diye yazdığı ve bizim Orhan dediği Orhan Veli...

Elinde Bursa çakısı,
Boynunda kırmızı yazma;
Değnek soyarsın akşamlara kadar,
Filya tarlasında.

Ben sana hayran,
Sen cama tırman.

Orhan Veli / Kaside 

Peki ne demek  Ben sana hayran, Sen cama tırman.

Biri ötekine tutkun ama ötekinin aldırış ettiği yok.


Bir de Cem Karaca' nın Raptiye Rap Rap şarkısında geçer.

Ben sana hayran
Sen cama tırman
Yok içmeye bir şişe bile ayran
Nene gerek senin taht-ı revan


Yani:

Ben sana hayran
Sen cama tırman

Ankara / 25. Ağustos. 2025

Tamamını oku
Tarih: Ağustos 21, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Ülkü Tamer' in futbolcuları

Fenerbahçe' nin taraftarlarını kahrettiği 100 bininci günlerden geçiyoruz. Eskiden ne olacak bu takımın hali derdik. Şimdi Fener' in maçının olduğu günleri saymazsak günlerimiz iyi geçiyor diyoruz.

Geçenlerde yine bir maçını izledim. Neredeyse sadece kaleci Türk' tü. Diğer Türk oyuncular kimdi bilmiyorum. Ayakları topa değmemişti. 


Az önce Ülkü Tamer' in Yaşamak Hatırlamaktır adlı Anılar kitabı elime geçti. İlk birkaç sayfasını okuduktan sonra okunacaklar listesine ekledim. Hızlıca arka sayfalara göz attım. Gözüme ilişen bir başlık vardı. "Benim Futbolcularım". Bu bölümü okuyunca eski oyuncularla yeni oyuncular arasındaki fark daha da belirginleşti kafamda. Eskiden kendisi için, takımı için, seyirci için oynayan futbolculardan, sadece para için oynayan futbolculara nasıl evrildiğini gördüm.

Buyrun Ülkü Tamer' in yazısı aşağıda;

"Baba Hakkı'ların dönemine yetişemedim. Gazhane'nin dumanlan arasında Dolmabahçe'de maç  seyretmeye başladığımda sahada Gündüz Kılıç'lar, Süleyman Seba'lar, Şükrü Gülesin'ler, Küçük Fikret'ler vardı. Maç sonuçlarını, teknik direktörlerin, antrenörlerin taktikleri değil, futbolcuların hırsı belirlerdi. Taktik dediğin neydi zaten! WM düzenine göre sıralanılır, herkes bulunduğu yerde formasının hakkını vermeye çalışırdı.  Bir sağ bek biraz ile­ri çıkıp orta yapmaya kalksa, "Ne işin var orada? Yerine dön!" diye bağırır­dık. Bir solaçığın sağa "deplase" olması ise, neredeyse görülmemiş şeydi. Savunmada herkes, adamından sorumluydu.  Galatasaray,  Fener­bahçe'yle mi  oynayacak, bu  aynı zamanda bir  İsfendiyar - Basri maçı olurdu. Rakip Beşiktaş mı?  Gelsin bakalım Baba Gündüz - Ali  İhsan ka­pışması! 

Baba Hakkı / Hakkı Yelen

Kaleciler arasında en çok Turgay'ı severdim ben. Fenerbahçe'nin efsane kalecisi Cihat'ı pek  az izleyebildim. Turgay'ı,  kaleyi Erdoğan'dan devralmasından sonra yıllarca, hiç eksilmeyen bir keyifle seyrettim. Hani, "Şiir gibi futbol oynuyor, .. derler ya ... Turgay, şiirle düzyazı­nın karışımıydı.  Şiirin inceliği, düzyazının sağlamlığı vardı onda. Topu kö­şeden çıkarıp umutsuzluğu umuda çevirirken şiirdi.  Kalesinde bir başka kale gibi güvenle dururken ise düzyazı. Nice  usta kaleciler geçti Dolmabahçe'den ...  Şükrü'ler, Özcan'lar, Varol'lar. Hepsini sevdim, alkışladım. Ama Turgay başkaydı. Bek denilince, önce ilci ad geliyor aklıma, ikisi de sol bek: Doktor Vedii ile Mehmetçik Basri. Vedii, Beşiktaş'ın en yararlı oyuncularından biriydi. Gösterişsizdi. Yalın bir  futbolu vardı.  Edebiyatta onun futbolunun karşılığı, olsa olsa "araştırma-inceleme" olurdu. Okur çoğunluğunun ilgisini çekmeyen, insanın başucunda bulundurduğu değil de,  kitaplığında sakladığı bir kaynak. Eksikliğini ancak yokluğunda farkettiğiniz bir kitap. Fenerbahçeli Basri ise her maçını, son maçım oynuyormuş gibi oy­nardı. Coşkulu bir destandı. Yürekliliğin, çılgınlığın ve fiyakanın simgesiydi. Sağ haflar arasında Fenerbahçeli Selahattin'i severdim en çok. Ken­disi gibi incecik bir futbolu vardı. Hem oynar, hem oynatırdı. Öne çıkma­dan. Küçük, ama nitelikli bir orkestrayı başarıyla yöneten alçakgönüllü bir şefti. Santrhaf denince Ali İhsan Karayiğit.  Soyadının kendisine tam an­lamıyla yakıştığı pek az insandan biriydi. Karaydı. Yiğitçe oynardı. Ama sa­ğa sola amaçsızca koşup durmaktan, kırıp dökmekten gelmiyordu yiğitliği. Saldırmak için değil, savunmak için ateşlenen bir silahtı. Büyük keyifle izlediğim sol haf ise Çengel Hüseyin'di. Belki ondan daha başarılı sol haflar gelip geçti Dolmabahçe'den; ama ben Çengel Hüse­yin'i izlerken ayn bir tad alırdım. Tam çengeldi gerçekten, adamını kıskıv­rak  yakalar, bırakmazdı. Futbolun bir  "seyirlik oyunu" olduğunu sürekli hatırlatır gibiydi. Forvette,  birbirlerinden kolay ayıramayacağını oyuncular vardı. Sözgelimi, sağaçıkta ... Galatasaraylı İsfendiyar, Beşiktaşlı Süleyman Seba, İstanbulsporlu Kasapoğlu ... Ama Fenerbahçeli Küçük Fikret bir başkaydı. Fikret Kırcan,  futbolunu da  kendisi gibi yakışıklı kılmıştı. Zarifti. Karşısındaki beki çalımla yere indirip çizgiye doğru ilerlerken, neredeyse dönüp ondan özür dileyecek incelikteydi. En sevdiğim futbolcuları sıralarken, beni en  çok zorlayan "mevki" sağiç olmuştur hep. Fenerbahçeli Erol ile  Can, Galatasaraylı Suat, İstan­bulsporlu Aydemir ... Can, gerçek  anlamıyla bir  top  cambazıydı.  Suat'ın oyununu hiç unutmadım. Topu göğsüyle yumuşatırken futbol oynamıyor da, bale yapıyordu sanki. Ya  Aydemir'in frikikleri? Ama benim sağiçim Recep'ti. Recep Adanır. Yalnız Beşiktaşlıların değil, herkesin sevgilisiydi. Topu götürürken, pasını verirken, başını hafif­çe kaldırıp şutunu atarken bambaşkaydı. Sapasağlamdı. Kişiliği de kendisi gibi sapasağlamdı. Tam bir karakartaldı. Galatasaray'da oynarken bile Be­şiktaşlı Recep olarak seyrederdik onu. 

Metin Oktay

Santrforum elbette Metin Oktay. Türk futbolunun en usta golcüsü. Şimdi bir oyuncu ceza alanına topla girip de kaleciyle karşı karşıya kalınca bile ne  olacağını kestiremiyoruz. Metin ise  ceza alanı dolaylarında topu ayağına alıp kaleye doğru bir balcb. mı, "GoooW diye bağırmaya başlardık. Metin'in attığı gollerin neredeyse hiçbiri sıradan değildi. Hepsinin bir başkalığı, ayn bir güzelliği olurdu. "Gol goldür" deyip geçmezdik o yıl­larda. Bizim için ancak güzel golün, Metin'in attığı gollere benzer gollerin bir anlamı vardı. Lefter, bence sadece soliçlerin değil, yurdumuza gelmiş geçmiş fut­bolcuların en  büyüğüydü.  Gerçekten "Ordinaryüs Profesör"dü.  Dersini uyutarak değil, sihirbazlık gösterileri yaparak, tadını çıkara çıkara verirdi. Solaçıklar arasında Şükrü'nün yeri ayrıydı. Şükrü Gülesin, hem fut­bol oynar, hem "show" yapardı. Bayram yeri gibiydi. Topu ayağına aldığı anda şenlik başlardı. Bir yandan topla, sahayla, sahanın çizgileriyle, karşı­sındaki futbolcuyla, kendi takım arkadaşlarıyla, hakemlerle didişir, bir yan­dan da ortasını yapar, golünü atardı. Ama hep keyif alarak, keyif saçarak ya­pardı bunu. "

Lefter

Not: Ülkü Tamer' in bu kitabının telif haklarının kimde olduğunu bulamadım. Küçük bir tanıtım yaptığımı düşünüyorum. Sorun olmaz umarım..

Tamamını oku