Fenerbahçe' nin taraftarlarını kahrettiği 100 bininci günlerden geçiyoruz. Eskiden ne olacak bu takımın hali derdik. Şimdi Fener' in maçının olduğu günleri saymazsak günlerimiz iyi geçiyor diyoruz.
Geçenlerde yine bir maçını izledim. Neredeyse sadece kaleci Türk' tü. Diğer Türk oyuncular kimdi bilmiyorum. Ayakları topa değmemişti.
Az önce Ülkü Tamer' in Yaşamak Hatırlamaktır adlı Anılar kitabı elime geçti. İlk birkaç sayfasını okuduktan sonra okunacaklar listesine ekledim. Hızlıca arka sayfalara göz attım. Gözüme ilişen bir başlık vardı. "Benim Futbolcularım". Bu bölümü okuyunca eski oyuncularla yeni oyuncular arasındaki fark daha da belirginleşti kafamda. Eskiden kendisi için, takımı için, seyirci için oynayan futbolculardan, sadece para için oynayan futbolculara nasıl evrildiğini gördüm.
Buyrun Ülkü Tamer' in yazısı aşağıda;
"Baba Hakkı'ların dönemine yetişemedim. Gazhane'nin dumanlan arasında Dolmabahçe'de maç seyretmeye başladığımda sahada Gündüz Kılıç'lar, Süleyman Seba'lar, Şükrü Gülesin'ler, Küçük Fikret'ler vardı. Maç sonuçlarını, teknik direktörlerin, antrenörlerin taktikleri değil, futbolcuların hırsı belirlerdi. Taktik dediğin neydi zaten! WM düzenine göre sıralanılır, herkes bulunduğu yerde formasının hakkını vermeye çalışırdı. Bir sağ bek biraz ileri çıkıp orta yapmaya kalksa, "Ne işin var orada? Yerine dön!" diye bağırırdık. Bir solaçığın sağa "deplase" olması ise, neredeyse görülmemiş şeydi. Savunmada herkes, adamından sorumluydu. Galatasaray, Fenerbahçe'yle mi oynayacak, bu aynı zamanda bir İsfendiyar - Basri maçı olurdu. Rakip Beşiktaş mı? Gelsin bakalım Baba Gündüz - Ali İhsan kapışması!

Kaleciler arasında en çok Turgay'ı severdim ben. Fenerbahçe'nin efsane kalecisi Cihat'ı pek az izleyebildim. Turgay'ı, kaleyi Erdoğan'dan devralmasından sonra yıllarca, hiç eksilmeyen bir keyifle seyrettim. Hani, "Şiir gibi futbol oynuyor, .. derler ya ... Turgay, şiirle düzyazının karışımıydı. Şiirin inceliği, düzyazının sağlamlığı vardı onda. Topu köşeden çıkarıp umutsuzluğu umuda çevirirken şiirdi. Kalesinde bir başka kale gibi güvenle dururken ise düzyazı. Nice usta kaleciler geçti Dolmabahçe'den ... Şükrü'ler, Özcan'lar, Varol'lar. Hepsini sevdim, alkışladım. Ama Turgay başkaydı. Bek denilince, önce ilci ad geliyor aklıma, ikisi de sol bek: Doktor Vedii ile Mehmetçik Basri. Vedii, Beşiktaş'ın en yararlı oyuncularından biriydi. Gösterişsizdi. Yalın bir futbolu vardı. Edebiyatta onun futbolunun karşılığı, olsa olsa "araştırma-inceleme" olurdu. Okur çoğunluğunun ilgisini çekmeyen, insanın başucunda bulundurduğu değil de, kitaplığında sakladığı bir kaynak. Eksikliğini ancak yokluğunda farkettiğiniz bir kitap. Fenerbahçeli Basri ise her maçını, son maçım oynuyormuş gibi oynardı. Coşkulu bir destandı. Yürekliliğin, çılgınlığın ve fiyakanın simgesiydi. Sağ haflar arasında Fenerbahçeli Selahattin'i severdim en çok. Kendisi gibi incecik bir futbolu vardı. Hem oynar, hem oynatırdı. Öne çıkmadan. Küçük, ama nitelikli bir orkestrayı başarıyla yöneten alçakgönüllü bir şefti. Santrhaf denince Ali İhsan Karayiğit. Soyadının kendisine tam anlamıyla yakıştığı pek az insandan biriydi. Karaydı. Yiğitçe oynardı. Ama sağa sola amaçsızca koşup durmaktan, kırıp dökmekten gelmiyordu yiğitliği. Saldırmak için değil, savunmak için ateşlenen bir silahtı. Büyük keyifle izlediğim sol haf ise Çengel Hüseyin'di. Belki ondan daha başarılı sol haflar gelip geçti Dolmabahçe'den; ama ben Çengel Hüseyin'i izlerken ayn bir tad alırdım. Tam çengeldi gerçekten, adamını kıskıvrak yakalar, bırakmazdı. Futbolun bir "seyirlik oyunu" olduğunu sürekli hatırlatır gibiydi. Forvette, birbirlerinden kolay ayıramayacağını oyuncular vardı. Sözgelimi, sağaçıkta ... Galatasaraylı İsfendiyar, Beşiktaşlı Süleyman Seba, İstanbulsporlu Kasapoğlu ... Ama Fenerbahçeli Küçük Fikret bir başkaydı. Fikret Kırcan, futbolunu da kendisi gibi yakışıklı kılmıştı. Zarifti. Karşısındaki beki çalımla yere indirip çizgiye doğru ilerlerken, neredeyse dönüp ondan özür dileyecek incelikteydi. En sevdiğim futbolcuları sıralarken, beni en çok zorlayan "mevki" sağiç olmuştur hep. Fenerbahçeli Erol ile Can, Galatasaraylı Suat, İstanbulsporlu Aydemir ... Can, gerçek anlamıyla bir top cambazıydı. Suat'ın oyununu hiç unutmadım. Topu göğsüyle yumuşatırken futbol oynamıyor da, bale yapıyordu sanki. Ya Aydemir'in frikikleri? Ama benim sağiçim Recep'ti. Recep Adanır. Yalnız Beşiktaşlıların değil, herkesin sevgilisiydi. Topu götürürken, pasını verirken, başını hafifçe kaldırıp şutunu atarken bambaşkaydı. Sapasağlamdı. Kişiliği de kendisi gibi sapasağlamdı. Tam bir karakartaldı. Galatasaray'da oynarken bile Beşiktaşlı Recep olarak seyrederdik onu.
Santrforum elbette Metin Oktay. Türk futbolunun en usta golcüsü. Şimdi bir oyuncu ceza alanına topla girip de kaleciyle karşı karşıya kalınca bile ne olacağını kestiremiyoruz. Metin ise ceza alanı dolaylarında topu ayağına alıp kaleye doğru bir balcb. mı, "GoooW diye bağırmaya başlardık. Metin'in attığı gollerin neredeyse hiçbiri sıradan değildi. Hepsinin bir başkalığı, ayn bir güzelliği olurdu. "Gol goldür" deyip geçmezdik o yıllarda. Bizim için ancak güzel golün, Metin'in attığı gollere benzer gollerin bir anlamı vardı. Lefter, bence sadece soliçlerin değil, yurdumuza gelmiş geçmiş futbolcuların en büyüğüydü. Gerçekten "Ordinaryüs Profesör"dü. Dersini uyutarak değil, sihirbazlık gösterileri yaparak, tadını çıkara çıkara verirdi. Solaçıklar arasında Şükrü'nün yeri ayrıydı. Şükrü Gülesin, hem futbol oynar, hem "show" yapardı. Bayram yeri gibiydi. Topu ayağına aldığı anda şenlik başlardı. Bir yandan topla, sahayla, sahanın çizgileriyle, karşısındaki futbolcuyla, kendi takım arkadaşlarıyla, hakemlerle didişir, bir yandan da ortasını yapar, golünü atardı. Ama hep keyif alarak, keyif saçarak yapardı bunu. "
0 Yorum:
Yorum Gönder