Bir arkadaşımla Bahçeli 7.Caddede buluşmak için sözleşmiştik. Saate baktım. Buluşmamıza daha bir saat vardı. Kendimi aç hissettiğim için etrafta pizzacı aradım. Vejetaryen olduğumdan dışarıdaki yemek seçeneğim oldukça azdır. Ömrüm boyunca "Ne yemek yersiniz?" sorusuna "Fark etmez. Ne olsa yerim." diyenlere imrenmişimdir. Oysa tüm menüde, benim için bir iki tane seçenek anca bulunur.
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi 3. sınıftaydım. 1991 yılının baharıydı. Bahçede sırtüstü çimenlerin üzerine uzanmış, yukarıdaki ağacın yapraklarını sayıyordum. Bir, iki, üç…
Youtube videoları vazgeçilmezim.
Nasıl ki antik dönemlerde İskenderiye Kütüphanesi, Pergamon Kütüphanesi, Beyt' ül Hikme o dönemlerin en büyük bilgi merkezleri ise internetin en büyük kütüphanesi de benim için Youtube' dur.
Hatırlayanlarınız vardır. Eskiden salon vitrinlerinin içinde ciltler halinde Meydan Larousse ansiklopedilerimiz olurdu. Bayağı da pahalı satılırlardı. Ben çoğu zaman rastgele bir cildi seçer sonra da yine rastgele açtığım sayfaları okumayı çok severdim.
Bir de milliyet çocuk dergisi alırdım. Onun orta sayfalarından bir kaç sayfayı telleri ayırarak çıkarır biriktirirdim. Bunlar da mini ansiklopedi olurlardı benim için. Ama bir arkadaşımdan öğrenmiştim. Biriktirme oku demişti. O yüzden ilgim olsun olmasın her bilgiyi okur öyle arşivlerdim. Sonradan faydasını çok gördüm.
Neyse... Dönelim yazımın başlığına.
Bu aralar Tolga Yalçın' ı çok izliyorum. Yaşa Bu Hayatı Youtube Kanalı.
Tolga' yı izlediklerimden tanıyorum. Çok naif, akıllı, bilgi dolu bir arkadaş.
Kanalından birkaç videoyu aşağıya bırakıyorum.
Cicero: "Bu gök kubbe altında söylenmemiş söz yoktur" demiş.
İngilizlerin meşhur bir deyimi vardır. "Nothing new under the sun"
İçime oturmuş İNEKle konuşuyorum. "Kalk!" diyorum ama dinlemiyor.
"Oturacaaaam" diyor.
İçeceğim iki biranın birine göz dikti. Aslında en sevmediğim şey de iç sıkıntısı yaşadığım günlerde içmek. İçmem için bahaneler gerek bana. Güzel bahaneler. Mesela hafta sonu olmalı. Bedenim denize elli metreden daha yakın bir yerde olmalı. Güzel bir müzik olmalı güzel bir ses söylemeli, kulağıma çıplak gelmeli. Henüz güneş daha batmamış olmalı. Masa uzun olmalı ama sevdiğim arkadaşlar yakınımda oturmalı. Patlıcan kızartması olmalı üzerinde domates sosu dökülmüş olmalı.
Meli malı. Ama asıl "Rakı" olmalı.
Çünkü birayı meşrubattan sayarım.
Bir bira içtikten sonra telefon çalıyor. Arkadaşım diyor ki bara gidelim.
İçime inek oturmuş gelemem diyorum.
Ne ineği olum manyak mısın sen diyor. İnsanın içine öküz oturur inek oturmaz diyor.
Olum erkeklerin içine öküz oturmaz inek oturur diyorum.
Her neyse ben onu bir .......... oturacak yer bulamaz diyor. Hazırlan hadi diyor.
Barda Barış Manço' nun "Can bedenden çıkmayınca." şarkısını dinliyorum. En sevdiğim dizesi geliyor.
Masaya bir arkadaş geliyor. Yoktun abi uzun zamandır diyor.
İnekten mütevellit diyorum
Ne ineği abi diyor.
Boş ver diyorum.
Yanımdaki arkadaşıma bakıyor.
O da başıyla beni işaret edip, artık öküzlerle ineklerle arkadaşlık yapıyor diyor.
Ne diyor bunlar yahu diye içinden geçirdiğini düşündüren bir bakış atıyor yüzlerimize. Neyse abi deyip kalkıyor, tam gidecekken geri dönüp masaya yeniden oturuyor.
Yüzüme bakıp. Abi nefes alacaksın diyor. Dörde kadar sayarak ALLLL sekize kadar ayarak VERRR diyor. Bunu on beş dakika yap diyor. Sonra kalkıp gidiyor.
Başlıyorum nefes almaya. Yanımdaki arkadaşım yüzüme bakıp, dudaklarını bükerek başını bir oyana bir buyana sallıyor. Masadaki yarısı dolu bira şişelerini yandaki boş masaya koyuyor ve eliyle işaret ettiği çocuğa meşe fıçısında damıtılmış olan içecekten getirmesini söylüyor.
Birer bardak doldurduktan sonra dikiyoruz kafaya.
Sahneden kulağımıza bir şarkı ezgisi geliyor.
Arkadaşım yüzüme bakıyor. İnekten bir haber var mı? diyor. Bilmiyorum sanki kalkıp gidecek gibi diyorum.
Birer kadeh daha döküyoruz kafamıza, içimizdeki ateş olmadan yanan sıcaklığımıza akıyor içecek.
Masadaki telefonumun ekranı uyanıyor. Elime alıyorum. Gelen mesajları okumadan sola doğru kaydırıp bildirim ekranından siliyorum. Birden aklıma telefonuma aldığım notlar geliyor.
Bir ara sayfalarını karıştırırken ilginç olan bölümlerini kaydettiğim, Norman Doidge' nin Beynin Şifa Bulma Gücü adlı kitabından aldığım bir notu görüyorum.
Beynin plastik olduğunu ortaya koyan, benim nöroplastisite uzmanları olarak adlandırdığım bilim insanları değişmez beyin doktrinini çürüttüler. İlk kez canlı beynin mikroskobik aktivitelerini gözlemlemelerini sağlayan araçlara sahip olan bu uzmanlar, beynin çalıştıkça değiştiğini ortaya koydular. Öğrenme süreci devam ettikçe sinir hücreleri arasındaki bağlantıların arttığını ortaya koyan kişiye 2000 yılında fizyoloji ya da tıp alanında Nobel Ödülü verildi. Bu keşfi yapan Eric Kandel adlı bilim insanı, aynı zamanda öğrenmenin nöral yapıyı değiştiren genleri "aktive ettiğini" gösterdi. Daha sonra zihinsel aktivitenin yalnızca beynin ürünü olmadığını, aynı zamanda beyni şekillendiren etken olduğunu ortaya koyan yüzlerce çalışma yapıldı. Nöroplastisite beyne modern tıpta ve insan hayatında hak ettiği yeri geri kazandırdı.
Bu kafayla şimdi bu notları nasıl okuyayım diye düşünüyorum. Başka bir nota göz atıyorum.
"Kimse olmasa dahi hayatında sen varsın!" Doğan Cüceloğlu, ,
Bir de yanında bir link var. Linke tıklıyorum. Sahneden gelen müziğin sesine rağmen dinliyorum.
Dün gece yine saat iki buçukta Beat Taurus' tan çıktım.
Düğmeye bastım. Taksi geldi.
Yolu tarif ettim. Başımı cama koyup, çiseleyen yağmurda yolda yansıyan ışıklara bakmaya başladım.
Kanımda Kızılderili' lerin ateş suyu dedikleri içecekten vardı. Hem de bir hayli.
O yüzden konuşacak halim yoktu. Taksici arkadaş gençten biriydi. O da sohbeti sevmiyordu herhalde. İyi oldu diye geçirdim içimden.
15 dakika sonra evin önüne geldik.
Aynadaki taksimetreye baktım. 480 TL tuttu. Taksici arkadaş aynaya bakınca göz göze geldik.
"Abi 480 TL tuttu ama senden 1.000 TL alacam." dedi.
Az önce gözümü ayırdığım aynaya yeniden baktım. Yine göz göze geldik.
"1.000 TL alacam abi." dedi.
Sonra devam etti.
"Şaka şaka 480 TL abi. Ama nasıl da şaşırdın demi." dedi yüzündeki gülümsemeyle.
Hiç ses çıkarmadım.
Ellerimi montumun ceplerinde gezdirdim. Biraz doğrulup, pantolonum ceplerini de iki elimle üstten yokladım.
"Offff. Cüzdanım barda kalmış" dedim.
"Hadi yaaa." dedi. "Napalım abi? Döneyim mi?" dedi.
"Şaka şaka." deyip. Cebimden çıkardığım kartı uzattım.
Önder Güngör / Ankara / 16.10.2025
Beat' ten çıktım.
Yine gecenin 3 ünde bindim taksiye.
Kanımda arpa, buğday, çavdar veya mısırdan damıtılarak yapılan ve meşe fıçılarda dinlendirilerek olgunlaştırılan bir tür damıtılmış içecek var. Seviyorum bu içeceği. Akşam yemeğinden sonra içimi rahatlatıyor. 😊
Taksici abi benden daha yaşlı. Genelde çok az oluyor böyle.
"Gecen nasıl geçti?" diye soruyor.
"İyiydi." diye kısaca yanıtlıyorum.
Devam ediyor abi. 45 yıldır taksicilik yapıyormuş.
"Eh emekli olmuşsundur artık. Hem çocukları da büyütmüşsündür. Biraz da keyfine yapıyorsundur gecenin bu saatinde bu işi." diye soruyorum.
"İhtiyacım yok ama keyiften yapmıyorum." diyor.
Devam ediyor. "Benim panik atağım var" diyor.
"Sendeki en belirgin belirtisi ne?" diye soruyorum.
"Duramıyorum hiçbir yerde. Köye gittim orada da duramadım. Evde de duramıyorum. Duramıyorum işte. En iyisi taksi." diyor.
Önder Güngör / 11 Ekim 2025 / Ankara
.
Bu sabah koltuğa uzanmış TV' deki youtube videolarını izliyordum.
Yanımdaki sehpanın üzerinde duran Kobo' ya uzandım.
Dün akşam okuduğum kitabı bitirmiştim. Yeni bir kitap seçtim.
İlk sayfayı aşağıya bırakıyorum.
D İN L E N M E K
Ormanda yaşayan hayvanlar yaralandıklarında istirahate çekilirler. Olabildiğince ıssız bir yer bulup, orada günlerce hareket etmeden dururlar. Bedenlerinin en iyi bu şekilde iyileşeceğini bilirler de ondan. Bu süre boyunca bir şey yemeyip içmeseler bile olur. İyileşmek için durup dinlenmek hayvanlarda hâlâ yaşayan bir beceriyken biz insanlar bu dinlenme yetimizi kaybettik.
THICH NHAT HANH
Clara devam etmeden önce derin bir soluk aldı. "Duygular solukla doğrudan bağlantılı olduğu için," dedi, "kendimizi sakinleştirmenin iyi bir yolu soluğumuzu düzenlemektir. Örneğin, aldığımız her bir soluğu bilerek uzatmak yoluyla daha fazla enerji alacak biçimde kendimizi eğitebiliriz."
Clara ayağa kalktı ve onun gölgesini dikkatle izlememi istedi. Gölgesinin tümüyle durgun olduğunu fark ettim. Sonra bana ayağa kalkıp kendi gölgeme bakmamı söyledi. ağaçların rüzgar yapraklara dokunduğu zamanki gölgelerindeki gibi hafif bir titremeyi fark ettim."Niye gölgem titriyor?" diye sordum. "Tümüyle hareketsiz durduğumu sanıyordum."
Clara, "Gölgen titriyor çünkü içinde duygu rüzgarları esiyor." diye yanıtladı. "Özetlemeye ilk başladığından daha sakinsin, ama içinde hala kalmış olan büyük bir dalgalanma var."
Bana sağ bacağımı dizim kırık olarak kaldırarak sol ayağımın üstünde durmamı söyledi. Dengemi sağlamaya çalışırken sallandım. Onun tek ayağı üzerinde iki ayağıyla durduğu kadar kolay durmasına ve gölgesinin tümüyle hareketsiz olmasına hayret ettim.
Clara ayağını yere koyup diğerini kaldırarak "Dengeni korumakta zorlanıyor gibi görünüyorsun," dedi "Bu düşüncelerinin ve duygularının, ne de soluğunun rahat olmadığı anlamına geliyor."
Büyü Geçişleri / Taisha Abelar
Genç delikanlı, bu iş yerinde üç aydır çalışıyordu. Daha önceki çalıştığı yerden ani bir kararla ayrılmıştı. Sabah işe gitmek için kalktığında, bilgisayarını açmış, patronuna "Ben artık işe gelmeyeceğim." diye mail atıp, tekrar yatağına geri dönmüştü.
İki ay kadar evde oturup, hiç dışarıya çıkmamış, hemen sonrasında ise bu işe girmişti.
Burada çalışmaya başladığı günden beri annesi, her sabah onunla birlikte kalkıp, evden çıkıncaya kadar peşinden dolaşmaya başlamıştı. Sabahın köründe bir mail gönderip, işinden bir kez daha ayrılmasından korkuyordu.Aslında bu işe girdiği günden beri oğlunun tuhaf davranışları olduğunu da şaşkınlıkla izliyordu. Ama hiç bir anlam veremiyordu. Oğlu daha erken uyanıyor, kahvaltısını hızlıca yapıyor, daha önce hiç yapmadığı şekilde annesini her ki yanağından öpüp sarılarak hızlıca kapıdan çıkıyordu. Çoğu zaman çantasını ya da telefonunu unutuyor, hızlı hızlı kapı zilini çalıyor, ayakkabılarıyla hızlıca eve dalıp, eşyasını alıyor, annesini bir kez daha öpüp koşar adım işe gidiyordu.
Delikanlının iş yeri büyük bir binaydı. Bu binanın dördüncü katında küçük kabinlerden oluşan çalışma masalarında otuz kişi çalışıyorlardı. Masaların bulunduğu kabin bel seviyesine kadar tahta mobilyadan, üst kısmı ise omuz seviyesine kadar camdan oluşuyordu. Kafasını kaldırdığında, oturduğu yerden diğer çalışma arkadaşlarını rahatça görüyordu. Daha önceki yaptığı işlere göre çok daha kolay bir işi vardı. O yüzden günlük işlerini öğlene kadar bitiriyor daha sonrasında ise kendi çalışma kabininden bir hayli uzaktaki kabinde çalışmakta olan Hülya' yı seyrediyordu.
Her başını kaldırışında derin bir nefes alıyor, heyecanı artıyor, kalbi sanki vücudunun içinde dolaşıyordu. Birilerinin onu izlediğini görmesinden korkuyordu. O yüzden çekingen bakışlarını etrafta gezdiriyor kimsenin bakmadığından emin olduğunda Hülya' ya bir bakış attıktan sonra başını masasına eğiyordu.
Çay sevmediği halde defalarca çay alma bahanesiyle Hülya' ya yakın bir yerden geçiyor, ama bir türlü bakışlarını ona çeviremiyordu. Çok utangaç ve kırılgan bir yapısı vardı. Sanki bir suç işliyormuş gibi Hülya 'ya bakışlarını kimsenin görmesini istemiyordu.
İş çıkışı sokaklarda yürüyor, parklarda oturuyor, sevgiyle dünyanın güzelliklerine bakıyordu. Bazen yolda yürürken o kadar çok Hülya' yı düşünüyordu ki, farkına vardığında yoldan geçen insanlara anlamsızca gülümsediğini görüyordu. Var olan her şeyi seviyordu. Cansız eşyalara bile şefkat duyuyordu. Aşıktı. Bunun farkındaydı.
Daha işe ilk başladığı günlerde Hülya' ya ilgi duymaya başlamıştı. Hatta bir arkadaşından rica edip, onun birikmiş işleri karşılığında çalışma kabinin değiştirmiş, onu fark edilmeden izleyeceği bu kabinine taşınmıştı. Şirket yemekhanesinde, çalışan buluşmalarında, onu görebileceği her yerde utangaç bakışlarını onun üzerinden ayıramıyordu. Karşısına dikilip, duygularını ona açıklamak ise yapacağı en son şeydi. Hülya' nın varlığı onun için yeterliydi. Hatta Hülya ' nın izinli olduğu günler, annesi tarafından çok iyi fark ediliyor ancak kadın bu duruma hiç bir anlam veremiyordu. Hülya' yı göremediği o günlerde delikanlı, eve gelir gelmez salondaki kanepeye uzanıyor, ne televizyon seyrediyor, ne kitap okuyor ne de kimseyle konuşuyordu. Annesinin ısrarlı sorularına, işte çok yorulduğunu, o yüzden dinlenmek istediğini söylüyor, kadıncağızı telaşa sürüklüyordu.
O gün yine sabah erkenden kalkıp, traşını olmuş, bir kaç kez gömlek denedikten sonra koşar adım işe gitmişti. Hülya henüz gelmemişti. Biraz gecikecek herhalde diye düşündü, İşlerini erkenden bitirmek için vakit kaybetmeden çalışmaya başladı. Arada bir başını kaldırıp, Hülya' nın gelip gelmediğine bakıyor, morali bozuk bir şekilde başını öne eğiyordu.
Öğle yemeğinde de yoktu Hülya.
Öğleden sonra masasında oturmuş, sıkkın bir ifadeyle etrafı izliyordu. Hülya yoktu.
Düşüncelere dalmış bir haldeyken, arkadaşlarının çalışma kabinin etrafında toplandığını fark etti.
Herkes onun yanındaydı.
Hep birden şarkı söylemeye başladılar.
"Mutlu yıllar." "İyi ki doğdun."
Bugün doğum günü müydü? Kendisi bile unutmuştu. Günü hatırladı. Evet bugün doğum günüydü.
Şirketin politikasıydı.Herkesin doğum günü hiç unutulmadan, istisnasız kutlanırdı. İnsan kaynaklarından bir kişi sadece bu ve benzeri günleri takip etmek için görevlendirilmişti.
Pastasını üfledi.
Kalabalığın içindeki o ışığı gördü. Hülya elinde tuttuğu küçük bir paketi ona uzattı.
Herkes yerine oturduktan sonra elindeki pakete sıkıca sarılmış olan delikanlı üzerindeki şaşkınlığı atıp, paketi açtı.
Bir şiir kitabıydı. Üzerinde küçük bir not iliştirilmişti. 23.sayfa yazıyordu.
23.sayfayı okumaya başladı.
BİRİSİ
Bir şey var aramızda
Senin bakışından belli
Benim yanan yüzümden.
Dalıveriyoruz arada bir.
İkimiz de aynı şeyi düşünüyoruz belki,
Gülüşerek başlıyoruz söze.
Onu buldukça kaybediyoruz isteyerek.
Fakat ne kadar saklasak nafile
Bir şey var aramızda,
Senin gözlerinde ışıldıyor,
Benim dilimin ucunda.
Nahit Ulvi AKGÜN
Farkındalık ve odaklanma sayesinde dikkatinizi olana çevirip derin bir bakış kazanabilirsiniz. Böylece gözünüzün önündeki şeylerin gerçek doğasını görmeye başlayabilirsiniz. Bu bir bulut ya da bir çakıl taşı da olabilir, kanlı canlı bir insan da. Kendi öfkemiz de olabilir, bütün geçiciliğiyle bedenimiz de. Gerçekten durup derinlere baktığımızda, içimizdekilerin ve etrafımızdakilerin gerçek doğasını daha iyi anlamaya başlarız.
Sahiden bunları yapabilmek mümkün müydü? Yoksa bir hayal dünyası mıydı.? Yoksa her şey bir rastlantıdan mı ibaretti?
İki saattir kafede kitap okuyordu. Son sayfayı ikinci kez okuduktan sonra bardağın dibinde kalan çayını yudumladı. Kafasını kaldırıp diğer masalardaki insanlara baktı. Bütün masalar doluydu. Ortada dolaşmakta olan garsona adıyla seslendi. Eliyle işaret ederek hesabı getirmesini istedi.
Okuduğu tüm kitapların son sayfalarını hep bu kafede okurdu. Bugün de aynı şekilde sonuna yaklaşmış olduğu kitabının son sayfalarını burada okumuştu.Yıllardır sayısız kitap okumasına karşın evinde hiç kitaplığı yoktu. İşin doğrusu okuduğu kitap dışında evinde hiç kitabı yoktu.
Hesabı ödedi. Her zamanki gibi kitabı masanın üzerine bırakıp gitti.
Garson, daha önce defalarca yaptığı gibi, bir sonraki müşterisini masaya oturttuğunda, kitabın bir önceki müşteri tarafından hediye olarak bırakıldığını söyleyecekti.
Adam parmağındaki yüzüğü diğer elinin parmaklarıyla döndürüyordu. Bu onun tikiydi. Yolda yürürken bile, ellerini vücudunun önüne getiriyor, sürekli yüzüğüyle oynuyordu.






















