2017 yılıydı. Bir sabah iş yerime çok erken saatlerde
gelmiştim. Dinlediğim bir şarkıdan etkilenerek birkaç paragraflık bir hikaye
uydurmuştum. Sonra da bloğumda yayınladım. Hikaye önce bazı facebook gruplarında
yayımlandı. Nasıl mı? Kopyalayıp, yapıştırıp, kaynak belirtmeden. Hatta hikayemin
başında, “Bu tamamen uydurma bir hikayedir. Gerçek değildir. “ bölümü
alıntılanmadan. Daha sonra gazete köşelerinde. Hatta insanlar şarkının gerçek
öyküsü diye her yerlerde paylaştılar. Şair’ in ansına saygısızlık yaptığımı
düşünerek, hikayeyi blogtan kaldırdım, daha sonra da bloğu kapattım. Artık
uyduruk bir hikaye bir şairin gerçek yaşantısı olarak ortada dolaşmaya
başlamıştı. Çok üzülmüştüm. Daha sonra bu bloğumda hikaye yazmayı bıraktım.
Şimdi ise yeni bir tane yazdım.
Aşağıdaki hikaye, hayali bir hikayedir. Gerçek değildir. Bazı tarihi olaylar gerçeklik içermektedir. Ancak kişiler ve kişilerin yaşadığı olaylar tamamen hayalidir. Kopyalayıp, başka bir yerde yayınlayan arkadaşlar lütfen bu bölümü de kopyalasın.
15 Mayıs 1919. Sabah saat 08.30.
Nuri ve kayınpederi hükümet binasının önünde karaya çıkmış
Yunan askerlerini izliyor. Kalabalık bir grup toplanmış etrafta koşuşan Yunan
işgalcilere bakıyor. Herkes de büyük bir öfke. Bağırsan atılacaklar ileriye.
Askerlerin eşyalarını taşımasına yardım eden, komutanlarıyla
konuşan, elleriyle çevredeki binaları anlatan bir takım insanlar var. Nuri
bunların hemen hemen tamamını tanıyor. Bunlar İzmir’ in yerlisi Rum ve Yunan
kökenliler.
Yunan komutana elindeki kağıttan bir şeyler göstermeye
çalışan adam Agop Efendi. Rum’ dur kendisi. Daha geçen ay Hatice’ yi istemeye
onunla birlikte gitmişlerdi. Nuri babasını ve annesini küçük yaşlarında
kaybetmişti. Akrabaları vardı ama ilk başlarda Hatice’yi Nuri’ ye vermek
istememişti babası. O da Agop Efendi’ den rica etmişti. Sen git ikna et
babasını demişti. Agop Efendi’ yle birlikte Hatice ‘yi istemeye gitmişlerdi.
Tamam demişti babası. “Ama şartım var. İşine gücüne bakıp, para kazanacak.
Hatice’ me iyi bakacak. Ona göre ha.” demişti. Nuri 19 yaşındaydı. Hatice 17’sinde.
Hatice’ de annesini 4 yıl önce kaybetmişti. Baba kız, bu beklenmeyen ayrılığı
birbirlerine sıkıca sarılarak atlatmışlardı.
İzmir halkı, sabahın erken saatlerinde, birkaç haftadır şehirde
dolaşan dedikodu nedeniyle Hükümet Bina’ sının önünde toplanmıştı. Kimileri Pasaport’
ta, kimileri Konak Meydanı’ndaydı. Nuri ve müstakbel kayınpederi, Saat 07.00 civarında
ufukta dumanlar görmüşler ve dumanlar yaklaşarak bir kara bulut halini
almıştı. Yunan, İngiliz, İtalyan ve ABD bayraklı gemiler limanı karartmışlardı.
İzmir, bu güzel bahar sabahı, kapkara bir güne uyanmıştı. Güneş vardı ama artık
ortalığı aydınlatmıyordu. Isıtmıyordu da. Mayıs ayında soğuk bir İzmir günüydü.
Büyük bir öfke dalgası şehrin üzerine çökmüştü. Hele Yunan işgalcilerin, dün
gezdiği yollarda yürüdüğünü gören halkın öfkesi bedene sığmıyordu. Öyle bir öfkeydi
ki bu, bir patlasa günlerce ateşi sönmezdi.
Yıllarca birlikte yaşadıkları Rum kökenli komşuları, ellerindeki
kağıtlarla hangi evlere yerleşilmesi gerektiğini, hangi evlerin yağmalanması gerektiğini
Yunan komutanlara anlatıyor, onların verdiği bilgiler doğrultusunda Yunan
birlikleri oralara doğru yöneliyorlardı.
Toplanan kalabalığın arasındaki Nurive kayınpederi olup biteni öfkeyle izlemeye devam ediyorlardı.
Tam o sırada bir silah sesi duyuldu. Nuri, silah sesinin nereden
geldiğini anlamamıştı. Kayınpederinin de kolundan çekip yere yattı. Ardından Yunan işgalcilerin silah sesleri… Her
taraftan kurşunlar geçiyordu. Ateş rastgele açılıyordu. Hedef gözetilmiyordu.
Hemen yanı başındaki insanlar patır patır yere düşüyor ve canlarını teslim
ediyorlardı. Hükümet binası kurşun yağmuru altındaydı.
Kimin ateş ettiği anlaşılmamıştı. Ateş sesleri kesildi.
Yunan işgalciler bazı
evlere girip, evleri yağmalayıp insanları dışarı çıkarıp, “Çok yaşa Yunanistan”
diye bağırmalarını istiyor, bağırmayanları öldürüyorlardı. Her şey bir anda
olmuştu. Ama saatlerce sürdü. Nuri ayağa kalktığında, yerde yatan yüzlerce kişinin
ölü bedenleriyle şok olmuştu. Birçoğu tanıdığı bildiği insanlardı. Gözünde yaş
birikti ama damlamadı. Yerde yatan cansız bedenler Yunan işgalciler tarafından tekmeleniyor
yeniden süngüleniyordu. Kayınpederi yerde yatıyordu. Eğilip, onu kaldırmak istedi ama adamcağız
gözünden vurulmuştu. Bir kurşun yarası da boynunda. Nefes almıyordu. Nuri yere
çöktü, aklına Hatice geldi. Hatice, babası için ölürdü. Ama şimdi babası yerde
cansız yatıyordu. Nuri’ nin gözündeki damla düştü. Her ihtimale karşı cebinde
taşıdığı silahı çıkardı. Bu silahın karşısındaki işgalcileri değil, kendisini
öldüreceğini biliyordu. Karşı kaldırımdaki komutana doğru koşmaya başladı ve
silahını ateşledi. Bir daha, bir daha. Kimse ne olduğunu anlamadı. Komutan
omzunu tutarak yere düştü. Yanındaki iki işgalci askeri de kalbinden vurmuştu.
Silahı yere atıp koşmaya başladı. Arkasından
silah sesleri. Sonrada Agop Efendi’ nin sesi. “Nuri bu. Koşun koşun yakalayın.”
Nuri hızla Kemeraltı’ na girdi. Ara sokaklara girerek koştu,
koştu. Evine varınca birkaç eşyasını alıp, hemen alt sokaktaki Hatice’ lerin
evine gitti. Hatice’ lerin mahalleye kara haber çoktan ulaşmıştı. Ancak o sadece
Yunan işgalini duymuştu. Daha Hatice ne oluyor diyemeden kolundan tuttuğu gibi,
onu da yanında sürükledi. Yolda, tenha bir sokak arasında yere oturdular. Nuri babasının
öldüğünü söylediğinde Hatice yere yıkıldı. Hayattaki tek varlığı babasıydı.
Nuri elini tutup, gitmemiz gerek dese de, Hatice hıçkırıklar halinde eve geri
dönmek istedi. “Babam evde beni bulamazsa çok merak eder” dedi. Babasının
ölümünü kabulenemiyordu. O birazdan eve gelecekti. En azından geri dönüp,
babasını tekrar görmek istediğini söylese de Nuri buna izin vermedi. Artık
İzmir eski İzmir değildi. Bugün babası ölmüştü. Yarın İzmir ölecekti. İzmir’ e
yapılacak en iyi yardım hayatta kalmaktı. Nitekim öyle de oldu. İzmir günden
güne öldü.
Nuri babasının köyüne gidecekti. Bir süre orada saklanacak
sonrasında ise ne yapması gerektiğine karar verecekti. Ne yapması gerektiğini
biliyordu, ama nasıl yapacaktı.
Ertesi sabah yorgun argın köye vardılar. Köy, Kemalpaşa Tepeköy
arasında dağlık bir bölgedeydi. Burada babasının birkaç akrabası yaşıyordu.
Nuri’ yi tanıdılar. Hemen evlerine aldılar. Nuri, İzmir’ in işgal edilişini, Yunan birliklerinin Türk mahallelerine
yerleşmesini, Efes Piskoposu ve İzmir Metropoliti Hrisostomos’ un, “Çok Yaşa Yunanistan!”,
“Çok Yaşa Venizelos!” sesleriyle işgalcilerle yürümesini, Yunan askerlerinin
sivillerin üzerine ateş açıp evleri yağmalayışını, evlerinden dışarı çıkardığı
insanlardan, zorla , “Çok Yaşa Yunanistan!”, “Çok Yaşa Venizelos!” diye
bağırmalarını istemeleri ve onları süngülerle öldürmelerini, rıhtımın, kordonun,
hükümet binasının sivil halkın cansız bedenleriyle dolu olduğunu anlatması,
hatta ölü insanların bile tekmelenmelerini anlatması, köy halkında da büyük bir öfke uyandırdı. Bazıları
sakladıkları silahlarını çıkararak “Hadi gidiyoruz İzmir’e” diye bağırdılar. Ancak
Nuri işgalin büyüklüğünü, hatta yerli Rumların ve Yunan kökenlilerin ellerinde
silahla Türk avında olacaklarını anlattı onlara. Çünkü arkasından ateş
edenlerden bir Agop Efendiydi. İzmir hakkındaki her türlü bilgiyi Rum ve Yunan
kökenli komşular veriyordu. Onlar Yunan işgalcilerden daha hazırlıklıydı.
Nuri ve Hatice üç hafta bu köyde saklandılar. İzmir’ den
köye gelen bazı akrabalar, Yunanlıların, İzmir’i tamamen işgal ettiklerini, çevre
yerlerden gelen Rum çetelerin onlara yardım ettiklerini, hatta köylerdeki birçok
erkeğin bu çeteler tarafından öldürüldüğünü, halkın mallarına, evlerine, hatta
hayvanlarına el konulduğunu, evlerinin yağmalandığını, yakıldığını öğrendiler.
İzmir’ de tam bir kargaşa ve yağmalama vardı. Büyükçe bir birlik İzmir, Tepeköy
tren yolunu işgal etmişti. İzmir’ den
gelen akrabaların anlattıklarına geçen hafta 15 binin üzerindeki Yunan İşgalci birliği
karaya çıkmıştı. Hatta Ayvalık, Çeşme ve Urla’ nın da kıyıya çıkan askerlerce
işgal edildiği yönünde duyumlar vardı. Artık işgal tam anlamıyla başlamıştı. Yunanlılar
içlere doğru ilerliyordu.
Üçüncü haftanın sonunda Nuri büyük bir gürültüyle uyandı.
Köyün meydanına gelen adam avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Yunanlılar geliyoooooor.
İzmir’de başına gelenlerden tecrübeli olan Nuri, Hatice’ yi
koluna taktığı gibi köyün arkasında bulunan tepelere doğru kaçmaya başladı. Evden
yalınayak dışarı fırlayan Hatice’ nin ayağına kocaman bir sopa saplanmıştı.
Ayrıca alan çok dağlık ve ağaçlıktı. Buralara zayıf ve güçsüz olan 17 yaşındaki
Hatice’ nin tırmanması mümkün değildi. Hele de ayağındaki kocaman yarayla. Köyün hemen yukarısındaki kocaman bir kayanın
arkasına saklandılar. Buradan köyü ve meydani açık bir şekilde görülebiliyorlardı.
Tabii kendilerinin de iyice saklanması gerekiyordu. Aksi taktirde kendileri de
görülebilirdi.
Köyün muhtarı, meydanda Yunan işgalcilerin gelişini bekledi.
20 kişilik bir asker birliğiydi ve doğrudan köye gelmişlerdi. Birini aradıkları
belliydi. Nuri şu anda saklandığı kayanın arkasından tüm askerleri net bir
şekilde görebiliyordu. Yanlarında bir de sivil vardı. Nuri adamı tanıdı. Agop
Efendi’ydi bu.
Komutan köy meydanındaki muhtara tüfeğin kabzasıyla vurdu. Ne
olduğunu anlamadan yere düşen muhtarın eşi ve çocukları ağlayarak yardım etmek
için koştular ama diğer askerlerde aynı şekilde vurarak onları da yere yıktı. Komutanın
işaretiyle etrafa dağılan askerler, evlerdeki kadın çocuk herkesi dışarı
çıkardılar. Bazı evlerdeki eşyaları, meydana fırlatıp, yağmalamaya başladılar. Agop
Efendi, muhtarın yerden kalkmasını söyleyerek Nuri’ yi aradıklarını tanıyıp
tanımadığını sordu. O kadar yüksek sesle bağırıyordu ki sanki Nuri’ nin orada
bir yerlerde saklandığını biliyordu. Muhtar hangi Nuri’ yi arıyorsun tanımıyorum
dediğinde ise, “İbrahim’ in oğlu Nuri’ yi arıyorum” diye bağırarak yüzünü, köy
meydanında toplanmış diğer köylülerin yüzlerinde gezdirdi. “Bilen var mı?” diye
de ekledi. Muhtar “Ne yapacaksınız onu.” diye sinirli bir şekilde haykırdı.
Agop Efendi bağırarak, “Yunan komutanımızı yaraladı ve oğlunu öldürdü. Onu sağ
salim yakalayıp komutana götüreceğiz. İnan öldürmeyeceğiz. Hadi söyle nerede
olduğunu” dedi. Muhtar “O buralara hiç gelmez” dediğinde ise Agop efendi’ nin işaretiyle,
Yunan komutanı muhtarı bacağından vurdu. Karısı ağlayarak muhtarın üzerine
atladı ve parmağıyla bir evi işaret etti. Yunan işgalciler evin etrafını
sardılar ve Agop Efendi’ ye Yunanca bir şeyler söylediler. Agop Efendi. “Nuri
dışarı çık diye bağırdı.” Ancak bir yanıt alamayınca eve girdiler. Evde her
yere ateş açtılar. Neredeyse köylülerin tamamından fazla mermi sıktılar. Bulmayınca
da evi ateşe verdiler. Nuri ve Hatice, saklandıkları yerden her şeyi görüyor ve
duyuyorlardı. Kocaman bir kaya onları saklıyordu. Agop Efendi, Yunan komutana
bir şeyler söyledikten sonra askerler etrafa dağıldı. Bütün evleri tekrar
aradılar. Daha sonra erkeklerin ellerini kollarını bağlayıp, tepeleri, ağaçlık
alanları aramaya başladılar. Nuri ve Hatice’ nin bulunduğu alana da geldiler.
Kayanın önünde duran askerler bir sigara içtikten sonra kayanın etrafına bakmadan
oradan ayrıldılar. Askerler 3 gün boyunca köyde kaldılar, çevre köyleri,
dağları, ağaçlık alanları, her yeri aradılar. Nuri ve Hatice saklandıkları
kocaman kayanın ardından olup bitenleri aç ve susuz günlerce izlediler. Hatice
yaralı olduğu için yerlerinden kımıldayamadılar. Hatta ikinci gün muhtarın ve
bazı erkeklerin Yunan askerleri tarafından kurşunlanarak öldürülmesini izlediler.
Bu olay sonrası Nuri, Hatice ‘nin elini bırakıp, teslim olmak istediyse de
Hatice yalvarır gözlerle ona bakıp, teslim olmasına izin vermemişti. Bu kocaman
kaya onların sığınağı, evi olmuştu.
3’ ncü günün sonunda Yunan işgalciler evleri ateşe verip
köyden ayrıldılar. Nuri ve Hatice saklandıkları kayayı terk edip, köye
uğramadan oradan ayrılıp gittiler.
Daha sonra köylüler, Nuri ve Hatice ‘den defalarca haber
aldılar. Ödemiş ve Tire dağlarında, efelerle birlikte Yunan işgaline karşı
savaştıklarını, sevkiyat yapan işgalci askerlerin önünü kestiklerini, Yunan
karakollarını bastıklarını, hatta Gökçen Efe’ yle birlikte savaştıklarını
duydular.
Belediye Başkanı, Paris’ te bir arkadaşıyla buluşmuştu. Yıl
1966’nın ilkbaharıydı. Arkadaşı sanata düşkün biriydi. İlkokuldan arkadaşıydı. Paris’
in güzel bir parkında dolaşıyorlardı. Arkadaşı birden durdu. Başkan’ a eliyle parktaki
ağaçları, çiçekleri, yolları gösterdi. Sonra’ da çimenlerin üzerine oturtulmuş
kocaman bir taşı. “Bu taş niye burada duruyor biliyor musun?” diye sordu. Başkan bilmiyorum anlamında başını iki
yana salladı. Arkadaşı, “Biz sanatçılar güzel ve harika bir şeyi ortaya
çıkarmak, daha dikkat çekici hale getirmek için bazen tezatlar kullanırız. Bu
taş bütün bu tekdüzeliği ve şekilsizliği ile bu parktaki diğer güzellikleri
ortaya çıkarmak için buraya konuldu.” dedi. Günler sonra kasabasına dönen Başkan
hemen yardımcısını yanına çağırdı ve kendisinden kocaman büyükçe bir kaya
bulmasını istedi. Geçen ay yaptıkları yol ve meydan düzenlemesi yaptığı alana,
bu kayayı getirip yerleştirecek ve bir tezat oluşturup, yaptığı hizmetin
güzelliğini ortaya çıkaracaktı. Ne de olsa Paris’ liler öyle yapıyordu. Başkan
yardımcısı, Başkan’ ın isteğine bir anlam veremese de emri yerine getirecekti. Herkese
haber salındı. Köy muhtarlarına, hatta komşu kasabalara. Sonunda kaya bir köy
muhtarının haber vermesiyle bulundu. Kemalpaşa ve Tepeköy arasındaki bir köyün
muhtarı haber vermişti.
Kaya, vinç ve kamyonların yardımıyla kasabaya getirildi. Başkan’
ın yaptığı çiçekli ve çevresi ağaçlarla donatılmış meydanın ortasına kondu.
Çevresine de birkaç bank. Başkan odasından kayaya bakıp çevresindeki çiçeklerin
ve kaldırımların daha güzel gözüktüğüne inanıyordu. Kasaba halkı ise ne taşla
ne de çiçeklerle ilgileniyordu.
Günlerden Mayıstı.15 Mayıs. Akşamüstüydü. İhtiyar bir kadın
elinde alış veriş çantasıyla evine gidiyordu. Yorgun, soluksuz. Meydandaki
kocaman bir kayanın sırtına dayanmış banka oturdu. Nefessiz kalmıştı. Hafiften
esen ılık rüzgar, zayıflamış ak saçlarını uçurup, kayanın çıkıntılarına
takılmasına neden oluyordu. İhtiyar kadın elindeki poşetleri yere bırakıp
,ayaklarını topladı ve bankın üzerine uzandı. Saatler geçti. Vatandaşların haber
vermesiyle gelen polis, etraftakilere kadıncağızın öldüğünü söylüyordu. Polis, ihtiyar kadının yerdeki poşetlerini
karıştırdı. İçinde küçük bir çanta buldu. Çantadaki hüviyet cüzdanının
sayfalarına baktı. Adı Hatice Gökçen’ di. Hüviyet cüzdanın arasında bir de genç
bir erkek fotoğrafı vardı. Arkasında, Nuri yazılıydı.
Dağda Yunan işgaline karşı savaşırlarken, bir gün Nuri, Hatice çocuğumuz olursa adını Gökçen
koyalım demişti. Nuri, Gökçen Efe’ ye hayrandı. Onun koruyuculuğunda, aylarca
Yunanlılarla savaşmıştı. Hatta, onu süngüyle öldüren Yunan askerini de, o
öldürmüştü.
Çocukları hiç olmadı.
Hatice, Soyadı Kanunundan sonra Gökçen soyadını aldı.
Artık bilindik bir kayanın altında cansız yatıyordu. Nuri’ ye
daha yakın.
Önder Güngör / 04 Nisan 2021 / Ankara