Tarih: Aralık 05, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Haydi kalk! Kalbine yürüyelim. (Kitap) İki İhtiyar -2


İlk bölüm için tık.

Tuvaletten çıkıp yanlarına geri döndüm. İçimden “umarım konuştuğumuz konuyu unutmuşlardır” diye düşündüm.

Bu sefer Asım Bey sordu.

"Çocukça şeyler yazdım derken neyi kastettin?” 

"Komik, saçma sapan şeyler işte." dedim.

"Bazı insanların komik saçma sapan şeylere de ihtiyaçları olabilir." dedi Reşat Bey.

"Doğrusu yazacak ilgi çekici, güzel şeyler bulamadım.” dedim ama bu yanıt beni de tatmin etmemişti. “Dürüstçe söylemek gerekirse aklıma hiç bir şey gelmedi." diyerek yüzlerine baktım.

Asım Bey gülümseyerek,

“Biliyor musun?” diye söze başladı. "Araştırmalar insan beyninin 10 saniyede yaklaşık 15 tane, bir günde ise 120.000 civarında düşünce ürettiğini söylüyor. Yani en son karşılaşmamızdan bu yana bir yıl geçtiğini düşünürsek, toplamda 44 milyon düşünce üretmiş olmalısın. Yine araştırmacılar insanların büyük bir çoğunluğunun yeni düşünceler üretmek yerine yüzde 90 eski düşüncelerini yeniden düşündüklerini söylüyorlar. Sana iyilik yaparak seni de bu kategoride değerlendiriyorum. Yani bir yıl içindeki düşüncelerinin yüzde 90' ının eski düşünce olduğunu kabul edeceğim. Geriye 4,4 milyon düşünce kalıyor. Bu kadar düşünce içerisinden yazacak bir şey bulamadın mı yani?”


Söylediği şeyleri tam olarak takip edemeden dinledim.

"Vay be böyle düşünmemiştim hiç, 44 milyon düşünce. Ne kadarı eski düşüncelerimizden oluşuyor demiştiniz?"

"Yüzde doksanı yani 42 milyon civarında."

“47 milyon düşüncenin 29 milyonu daha önce düşündüğümüz eski düşüncelerimiz.” diye tekrarladım.

"Evet. Zaten, işin kötü tarafı da bu değil mi? Dünyanın en gelişmiş bilgisayarına yaptığımız şeye bak. Tabii ki istediğimiz her şeyi düşünmekte özgürüz ancak 44 milyon düşüncemizin yaklaşık 39 milyonu eski yaptıklarımızı düşünmekle geçiyoruz. Ne kadar kötü değil mi? Ne kadar kısır.” 

Başımı sallayıp,

“Çok ilginç.” dedim. Asım Bey devam etti.

“Sonuç olarak gelelim sana. Bu kadar düşünce ürettin ve yazacak bir şey bulamadın öyle mi?”

Konu yine dönüp dolaşıp aynı yere geliyordu.

Ama ben o an Asım Bey' in söylediklerini dinlemiyordum. Bu kadar çok düşünce ürettiğimiz bilgisini kafamda harmanlamaya çalışıyordum. Dün yaptıklarım aklıma geldi. Acaba neler düşünmüştüm bütün gün_ Hangileri geçmişimle ilgiliydi? Yeni olarak hangi düşünceler aklımdan geçmişti? Peki, şu anda neyi düşünüyordum? Aman allahım şu anda bile dün ne yaptığımı düşünerek yine geçmiş düşünceleri düşünüyordum.

Asım Bey' in sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım. 

"Evlat bazı sözleri sürekli duyarız ancak özünü bir türlü anlayamayız. Bütün bilgeler, düşünürler yıllarca anda kalın, anı yaşayın derler ya işte bu yüzden derler. An' da kalan insanın düşüncesi eski düşünceleri barındırmaz. An’da olduğun zaman eskiye yer yoktur. Anı yaşamayan insan ise ne düşündüğünü bile bilemez. Çoğu zamanda geçmiş günlerinin muhasebesini yaparak yaşar gider."

Yeniden düşüncelerime gömüldüm. Uzun bir sessizlikten sonra Reşat Bey konuşmaya başladı. Bu iki insan davranışlarıyla ve tavırlarıyla o kadar birbirlerine benziyorlardı ki, sanki karşımda tek bir insan var gibiydi.

"Geçen yıl sana söylediğimiz sihirli sözcükleri hatırlıyor musun?"

"Bence hepsi sihirliydi. Ama üzerinde düşündüğüm ve çalıştığım en önemlisi kendimi sevmekle ilgili olandı." dedim.

"Evet ondan bahsediyorum. Eğer bu geçen bir yıl içerisinde kendini yeterince sevmeyi başarabilseydin, o kitabın sayfalarını doldurabilirdin. Daha da ötesi keman çalmayı öğrenebilirdin, bir spor branşında madalya kazanabilirdin, şair olabilirdin,  zengin olabilirdin ve daha saymadığım bir çok şeyi yapabilirdin."

"Yok artık daha neler..." dedim ve devam ettim. “Yani insanın sadece kendisini sevmesi bütün bunların hepsini mümkün kılar öyle mi?”

"Evet daha saymadıklarımın hepsini yapabilirdin." diye tekrarladı ve devam etti. "İnsanın kendisine yaptığı en büyük eziyet, kendisinden uzak durmasıdır. Kendisini değersiz bulmasıdır. Kendisine karşı acımasız olmasıdır. Ama bunu bilmeden ve istemeden yaparız. Çünkü genel olarak küçüklükten başlayarak böyle olmamız öğretilmiştir bize. "

“Bu konuda size çok katılmıyorum. Çünkü ben kendisiyle barışık, tam anlamıyla kendisini seven bir insanım.” dedim.

“İspatla.” 

“Bunun ispatı olmaz ki. İnsan kendisini sevdiğini nasıl ispatlar. Kendimi seviyorum işte bak söylüyorum.” dedim alaycı bir tavırla.

Çok sinirlenmiştim. Yüksek sesle meydan okudum.

"Bence bunların hepsi saçma hatta palavra. Sevgi ve sahip olmak üzerine yüzlerce kitap okudum. Yok kendimi seversem gerçek mutluğu bulurmuşum, yok istediğim her şeye sahip olabilirmişim, yok kendimi bilirsem hayal ettiğim her şeye kavuşurmuşum, yok sadece istemem yeterliymiş filan falan. Bunların bir çoğunun hikaye olduğuna inanıyorum artık." dedim.

Asım Bey elini omzuma koyarak ilk kez bana adımla seslendi.

"Önder." 

Biraz duraksadıktan sonra  "Son zamanlarda bu tür olumsuz düşünceleri fazlaca düşündüğünü biliyoruz.” dedi ve devam etti “Eskilerin meşhur bir sözü vardır, 'Ellerimizi kaldırır tanrıya dua ederiz, tam tanrı cevap verecekken kalkıp gideriz.' Senin kalkıp gitmeni istemiyoruz."

Son söylediği söz kulağımda yankılanarak defalarca zihnimin içinde dolaştı. "..gitmeni istemiyoruz. ...gitmeni istemiyoruz. ...gitmeni istemiyoruz." 

Bu düşüncelerle boğuşurken ikisi de masadan kalkıp gitti.


Önder Güngör / 14 Ekim 2016


Tamamını oku
Tarih: Aralık 03, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Haydi kalk! Kalbine yürüyelim. (Kitap) İki İhtiyar -1

 I.         İki İhtiyar

Gözlerimi yoldan ayırarak hızlıca navigasyona baktım. Yaklaşık birkaç kilometre sonra benzin istasyonuna varacaktım. Üç saat hiç durmadan araba kullanmıştım. Yol daha önceki seyahatlerime göre oldukça sakindi ve böyle durumlarda dikkatimi daha zor topluyordum. Herhangi bir ihtiyacım olmamasına rağmen mola vermenin iyi olacağını düşündüm. Direksiyondaki kontrol düğmesine basarak müziğin sesini yükselttim. Ezginin Günlüğü çalıyordu. "Eksik bir şey mi var?"

"Öyle bir şey ki bu, kolay anlatamam
Atsan atılmaz, satsan satamam
Eksik bir şey mi var, anlayamam
Bak çayım sigaram, her şeyim tamam."

Ekim ayındaydık ve yazdan kalma sıcak bir hava vardı. Az önce radyodan hava sıcaklığının önümüzdeki bir hafta boyunca da mevsim normallerinin üzerinde olacağı söylendi. Böylesi güzel bir haberin ardından, bir de radyoda çalan bu şarkı keyfimi iyice arttırmıştı.

“Kalksam duraktan dolmuş gibi
Arka koltukta unutulmuş gibi
Terliklerimle, gelsem sana
Sonunda aşkı bulmuş gibi.”


Arabanın camını açtım. Yüzüme vuran rüzgarı derin bir nefesle içime çektim. Sinyal vererek benzin istasyonuna girdim. Uzun yolculuklarımda mola yerleri konusunda hep şanslı olmuşumdur. İlk bakışta burası da güzel bir yere benziyordu. Restoran yazan binanın önüne doğru sürdüm. Binanın hemen yan tarafında, salkım söğüt ve kavak ağaçlarının altında kamelyaların olduğu, yerin çimlerle kaplandığı küçük bir bahçenin önüne park ettim. Kapıyı açtım ama inmek için acele etmedim. Yan koltukta bulunan, yola çıkmadan önce yazıcıdan çıktısını aldığım nota baktım. Mezunlar toplantısının yazılı olduğu kağıtta, Selçuk' taki bir otelin fotoğrafları, adresi ve konaklama bilgileri vardı. İki gece bu otelde kalacaktım. Hiç kimseye haber vermemiştim. Tıp Fakültesi’ nden mezun olalı yirmi yıl olmuştu. Daha önce bu toplantılardan defalarca yapılmasına rağmen hiç birine katılmamıştım. Bu yılda katılmayı düşünmüyordum ama mail adresime gelen ısrarlı davetler aklımı çelmişti. Yıllarca bu tür toplantılara karşı olmama rağmen bu yıl bir şey beni dürtmüş “Haydi kalk git demişti” ve şimdi de yollardaydım. Toplantıda iki gün kaldıktan sonra arabayla bir Ege turu yapar, üç dört gün de böyle oyalanır, sonrada işimin başına geri dönerim diye kafamdan plan yapmıştım. Az önce duyduğum hava durumu haberinden sonra bu planımı uygulama konusunda daha da kararlıydım. Ama bana belli olmazdı, planlı işlere pek gelemezdim.

Nasıl bir alışkanlıksa, her zaman yaptığım gibi, arabayı görebileceğim bir masaya oturdum. Garson çocuğa parmağımla işaret yapıp, çay getirmesini istedim. Elimdeki notları masanın üstüne koyup uçmasınlar diye üstüne kül tablasını koydum.  Etrafa bakındım, sadece birkaç masada oturan insanlar vardı ve onlarda ellerinde gazete, çaylarını yudumluyorlardı. İki sandalye çekip birine kolumu yasladım, diğerine ise ayaklarımı uzattım.

Masanın hemen kenarındaki, neredeyse yere düşmekte olan gazeteyi aldım. Gazetenin seyahat eki olan sayfanın manşetinde “Kaz Dağlarında Yerleşilecek Köy” yazıyordu. Başlığın hemen altında daha küçük harflerle “Yeşilyurt Köyü doğanın içinde sizleri bekliyor. Şehir hayatından mı sıkıldınız? İşte size göre bir yer.” yazıyordu. Bu tür yazı yazan salaklar bir bitmedi gitti gazetelerden. Köye yerleşecek olsam sakin bir köye yerleşirdim. Turistik köye yerleşecek olsam şehirde kalırdım.

Arkamdan gelen ani sesle başımı kaldırdım. Aynı anda bir el omzuma dokunmuştu.

-“Biz de oturabilir miyiz?”

Şaşkınlıktan hiçbir şey diyemeden bakakaldım. Ne işleri vardı burada! En son bir yıl önce görmüştüm bu iki ihtiyarı. Asım Bey ve Reşat Bey. Uzun süredir onları görmeyince aklıma kötü şeyler bile gelmişti. Sıcak bir sarılmadan sonra yanıma oturdular. Tabii ki burada ne aradıklarını sormadım. Daha önceki karşılaşmalarımızdan tecrübeliydim. Onlara bu tür sorular soramazdım, çünkü tatmin edici bir cevap vermeyeceklerini biliyordum.

Asım Bey,

-“Hayırdır evlat nereye gidiyorsun böyle?” diye sordu.

-“Bir toplantı için Selçuk’ a gidiyorum. Ya siz?” diye sordum.

-“Biz de bir toplantı için gidiyor sayılırız.” dedi.

Hal hatır sorduktan sonra, Reşat Bey,

-“Kitabı ne yaptın?” diye sordu.

Bildiğim halde hile yaptım." Hangi kitabı?" diye sordum.

-"Sana geçen yıl verdiğimiz kitabı sorduğumu biliyorsun. Sayfalarını doldurabildin mi?" diye ısrarla sormaya devam etti Reşat Bey. Kitap dedikleri aslında boş bir defterdi, sadece dış kabı kitap şeklinde kaplanmıştı.

-"Hayır. Aslında çok uğraştım, birçok şey yazmayı denedim ama hepsi çocukça şeylerdi ve ben de vazgeçtim." diyerek konuşmalarına fırsat vermeden, “Hemen tuvalete girip geliyorum.” diyerek masadan kalktım.

İki ihtiyar arkamdan bakarken acelem varmış gibi hızlıca benzin istasyonun tuvaletine girdim.

Hangi kitaptan bahsettiklerini dün gibi hatırlıyordum. Tam bir yıl önceydi. O gün Asım Bey ve Reşat Bey'i Tunalı Hilmi Caddesi’ nde yürürken görmüştüm. Bugün olduğu gibi genelde hep aniden ortaya çıkarlar, benimle birçok konuda sohbet eder, öğüt verirler ve sonra yine aynı şekilde ortadan kaybolurlardı. Sanki faklı bir boyuttan gelip, yine o boyuta geri dönüyorlardı. Ama o gün ilk kez onlar benim karşıma çıkmadan ben onları görmüştüm. İkisi birlikte bir restorandan çıkmışlardı. Kuğulu Park yönüne doğru kaldırımdan yavaşça yürüyorlardı. Gizlice arkalarından takip etmiştim. Amacım aralarında neler konuştuklarını duymaktı. Acaba yalnız başlarınayken hangi konuları konuşuyorlar diye merak etmiştim. Neredeyse ortalarından geçecektim ama halen daha onları duyamıyordum. Dudakları oynuyor ama ağızlarından çıkan hiç bir sözcük duyulmuyordu. Asım Bey elinde küçük bir evrak çantası taşıyordu. Reşat Bey'de Asım Bey'in koluna girmiş ağır adımlarla yürüyorlardı. Kuğulu Parkın yanından ilerleyip, karşıya, Polonya Büyükelçiliğinin olduğu kaldırıma geçtiler. Oradan hızlı adımlarla Karum'un karşısından İran Caddesi boyunca yokuş yukarı tırmandılar. Seğmenler Parkı' na varır varmaz içeri girdiler. İki ihtiyar için sıkı bir yürüyüştü. Parkın içinde bulunan havuzun yanında ağaçların altındaki uzun oturaklara oturdular. Uzaktaki bir ağacın arkasında durup uzun bir süre onları izledim. Bir süre sonra Reşat Bey yerinden kalkıp, parkın üst kesimlerine doğru merdivenden çıkarak ağaçlık yol boyunca ilerleyerek, genç bir adam gibi dik ve zinde adımlarla gözden kayboldu. Ağacın altına dönüp baktığımda ise Asım Bey'de gitmişti. O sırada oturdukları yerdeki çanta dikkatimi çekti. Asım Bey' in elinde taşıdığı evrak çantasıydı bu. Hızlıca koşup, çantayı aldım. Etrafa bakındım ikisi de çoktan yok olmuş gitmişti. Çantanın üstüne kağıttan bir not iliştirilmişti. "Senin için bıraktık." yazıyordu. İçini açıp baktım, bir kitap vardı. Üstünde "Haydi kalk! Kalbine gidelim." yazıyordu. Kitabın sayfalarını çevirdim. Hepsi boştu. İkinci bir kez tüm sayfaları çevirdim. Sadece ilk sayfada el yazısıyla yazılmış bir yazı dışında başka hiç bir şey yazmıyordu. "Haydi yazmaya başla."




Önder Güngör / 13 Ekim 2016

Tamamını oku