Tarih: Haziran 15, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

En az çaba yasası

Geçenlerde bir yazı yazmıştım "Doğa dert etmez!" diye.

(https://www.ondergungor.com/2025/03/doga-dert-etmez.html) Karşıma aşağıdaki yazı çıkınca hemen buraya da bırakmak istedim.


Buyrun aşağıda...

Başarının dördüncü spiritüel yasası "En Az Çaba Yasası"dır. Bu yasa, "doğanın mükemmel zekası sorunsuz, çabasız ve kolaylıkla işler" gerçeğine dayanır. Bu da en az çaba ve dirençsizlik prensibidir, yani uyum ve sevgi ilkesidir. Doğadan bu dersi aldığımızda, arzularımızı kolayca gerçekleştirebiliriz. Doğanın işleyişini izlerseniz çok az çaba harcadığını göreceksiniz. Çimen büyümek için çabalamaz, sadece büyür. Balıklar yüzmek için çabalamaz, sadece yüzerler. Çiçekler açmak için çabalamaz, açarlar. Kuşlar uçmaya çabalamaz, sadece uçarlar. Bu, onların gerçek doğasıdır. Dünya kendi etrafında dönmek için çaba göstermez. Baş döndürücü bir hızla dönmek, uzayda hareket etmek dünyanın doğasıdır. Bebeklerin sebepsiz mutlulukları onların doğasındandır. Güneşin parlaması onun doğasıdır. Yıldızların parlaması doğalarından gelir ... ve hayalleri çaba harcamadan, kolaylıkla gerçekleştirmek, tezahür ettirmek de insan doğasıdır. Hindistan'ın en eski felsefesi olan Yedik bilimde bu prensip "çaba tasarrufu" veya "az çaba çok iş" olarak bilinir. Sonunda öyle bir noktaya gelirsiniz ki hiçbir şey yapmadan istediğiniz her şeyi elde edersiniz. Bu da sadece küçücük bir fikrin bile, gerçekleşmesi için hiçbir çabaya gerek kalmadan tezahür edeceği anlamına ge lir. Mucize olarak adlandırdığımız şey de aslında "En Az Çaba Yasası"nın bir ifade biçimidir. / Deepak Chopra

Tamamını oku
Tarih: Haziran 14, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Uzun yol

"Hayat, bazı şeyleri doğrudan değil, ufak işaretlerle gösterir."

Dün gece bir rüya gördüm.

Boş bir arazideyim. İnişli çıkışlı. Arada bir yeşil tarlalar var. Bazen de ağaçlık alanlar. 

Elimde bir 1,5 litrelik bir su şişesi var. Hiç açılmamış. Susamış bir halimde yok ama şişe elimde.

Bir yerlere gitmeye çalışıyorum ama nasıl gideceğimi bilmiyorum. Kimin yanına ya da nereye gideceğim hakkında hiç bir fikrim yok. Aklımda sadece bir yere gitme düşüncesi var.

O sırada bir yol ayrımında duruyorum. Yol sağa ve sola ayrılıyor. Yolda bir direk ve üzerinde iki tane tabela var. Ankara' daki sokak tabelalarının aynısından. Birinde 1.Cadde diğerinde ise 7.Cadde yazıyor. Acaba nereden gideyim derken, direğe yaslanmış küçük bir çocuk görüyorum.



Çocuk "7.Cadde daha uzun, 1.Cadde ise daha kısa. Birini seç diyor." 

Tam 1.Cadde yazan yola doğru adım atıyorum ki, çocuk "Ben olsam 7.Cadde' den giderdim." diyor.

"Niye ki, orası daha uzun demedin mi?

"Eve ama harika bir yol. 1.Cadde' den gidersen boş, kurak bir arazide, dümdüz bir yoldan 1 saatte gidersin. 7.Cadde de ise ormanlık alanın içinden, dere kenarından, güzel bir göl manzarasından, eşsiz ağaçların arasından, kuş cıvıltıları içinde harika rengarenk bir yolculuk yaparsın. 7 saatte gidersin."

Çocuğa baktım ve "Benim acelem var. 1 saatte gitmek varken neden 7 saatte gideyim." diyorum ve 1.Caddeye dalıyorum. Çocuk "O zaman o suya ihtiyacın olmayacak bana ver?" diyor. Elimdeki şişeye bakıp, "Bunu niye taşıyorum ki zaten?" deyip, çocuğun eline tutuşturuyorum.

Tam da çocuğun dediği gibi 1 saat sonra büyük bir meydana ulaşıyorum. Etrafta bir kaç bina var. Binaların dışında oturacak masa ve sandalyeler var. Bir sürü insan oturmuş sohbet ediyorlar. Boş bir sandalyeye ben de oturuyorum. Bir sınavdan bahsediyorlar. Öğretmen birazdan gelecek diyorlar.

Meydan da bir adam beliriyor. Beyaz takım elbiseli. Herkes çevresinde toplanıyor. Tek sıra olup karşısında bir şeyler söylüyorlar. Sıranın en önüne geçip olup biteni anlamaya çalışıyorum. Yanıma bir kadın yaklaşıyor. O da sıraya girmemiş.. "Burada ne oluyor?" diye soruyorum kadına. "Öğretmen sınav yapıyor." diyor. "Ne sınavı?" diye soruyorum. "Okula giriş için sözlü sınav" diyor kadın. "Ne okulu bu?" diye yeniden soruyorum. "Herkesin girmek istediği okul" diyor kadın. Öğretmeni dinliyorum. En ön sıradaki bir çocuğa yolda gördüğü orman, ağaçlar, dere, göl, kuşlar, hayvanlar hakkında soru soruyor. Çocuk her sorulana yanıt veriyor. Elindeki pet şişe ile boş su kaplarını doldurduğunu anlatıyor. Öğretmen elindeki kağıda bir şeyler yazıyor. Eğilip, bakıyorum. Geçti, yazıyor. Sıradaki yaşlı kadın geliyor. Öğretmen benzer soruları ona da soruyor. Yaşlı kadın, soruların hiç birini cevaplayamıyor. Öğretmen elindeki kağıda "Kaldı" yazıyor. Daha sonrasında bir şeyler daha yazıyor ama onları göremiyorum.  Nasıl olduysa birden sıranın en başında duruyorum. Öğretmen bana da sorular soruyor. Ama sorduğu hiç bir soruyu bilemiyorum. Başını kaldırıp, "1.Caddeden mi geldin?" diyor. "Evet" diyorum. Öğretmen "Bu okulda öğreneceklerin 7.Cadde ile ilgiliydi. 1.Caddeden gelenler, Kimya sınavına giren ama hiç  çalışmamış öğrenciler gibidir. Hazırlıksız gelmişsin. Ön hazırlığı geçemedin." deyip elime bir kağıt tutuşturuyor. Kağıtta, "Kaldı" yazıyor. "Hayatın tadını bilmiyor. Öğrenmek de istemiyor. Öğrenci olamaz" diye bir not var.

Başımı kaldırıp bakıyorum. Öğretmen birden değişiyor. Yol ayırımındaki çocuk oluyor. "Senin için tabelanın üzerine işaret koymuştum." diyor ve elindeki pet şişeyi bana uzatıyor.

Uyanıyorum.



Önder Güngör / Ankara / 14 Haziran 2025



Tamamını oku
Tarih: Haziran 09, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

303 (Film)

 Bu sabah bir film izledim. 303.

Film adını bir zamanların efsane otobüsü 303' den alıyor. Aslında efsane deyince aklıma 303 değil de 302 geliyor. Asıl efsane buydu. Sonra 302S' ler geldi. Sonra da 303. 

302' leri hayal meyal hatırlarım. O zamanlar 302' lerle giderdik İzmir' e. Otobüsler varyanttan iner Konak' a bırakırdı bizi. Daha sonraları Konak' a giriş yasaklandı. Önce Gaziemir sonra da Yeni Garaj' da bitti yolculuk.





1970-1980' li yıllarda 302' lerle yolculuk yaparken 1980' lerin sonuna geldiğimizde ise maalesef aşağıda gördüğünüz ne idüğü belirsiz, tabut benzeri araçlarla yolculuk yapmak zorunda kaldık.






Oysa şu aşağıdaki güzelliğe bakar mısınız?


Oysa ki filmden bahsedecektim. 303 filminden.

Az önce yazdığım gibi, film adını 303 Mercedes' ten alıyor. Bu otobüsün şasesi kullanılarak bir karavan yapılmış. Jan,  daha filmin başında Jule' e soruyor. "Biraz eski değil mi?" diye, Jule "Hayır, yesyeni 30 civarı." diyor.

Bana göre film sadece yönetmenin ya da senaristin mesaj vermesi amacıyla yapılmış bir film. Sanki birisi birilerine bir şeyler anlatmak istemiş ve bilindik ergen tartışmalarının yaşandığı bir senaryo üzerinden gidilmiş. Her gencin yüzlerce kez tartıştığı, konuştuğu konular. Konu orijinal değil, ancak yine de izlerken keyif alacağınız türden.

Film iki kişi arasında geçiyor. Başka oyuncu yok. 😉

Ben bu filmi dört ana başlık altında toplayabilirim.

İlk bölüm, kapitalizm, komünizm, insanlığın geçmişi ve bugünü arasındaki benzer sosyolojisi ile ilgili tartışmaların yer aldığı bölüm.

İkinci bölüm, evlilik, aşk, bağlılık ve se*s tartışmaları,

Üçüncü bölüm, insanın kendisini araması ve içe dönüş, ( Bu bölüm güzel )

Dördüncü bölüm, var olmayan hayali ilişkiler ve onların yıkılışı, (Filmin gidişinden tahmin edeceğiniz bölüm)

Filmin hemen daha ilk sahnesinde Jule' un (Kadın oyuncumuz.) sınav odası kapısında beklemesi, o stresli hali ve sınavdaki sorular, bana, Hacettepe yıllarımı hatırlattı. Sitrik asit döngüsü.

-ATP önemlidir. Hücrenin yakıtı. Bilemezsen dersten kalırsın-.

Sonraki sahnede Jan' ın (Erkek oyuncumuz) , ülkemizdeki benzer bir nedenden dolayı vakıf bursunu kaybetmesi.

Veeee. film başlar.

Jule hamiledir, annesi düşük yapmasını ister. Jule ise bu kararı tek başına almak istemez ve erkek arkdaşı Alex' le bunu yüz yüze görüşmek ister ve Portekiz' e doğru yola çıkar.

Jan ise biyolojik babasını görmek için Kuzey İspanya' ya gitmeye karar verir.


Benzin istasyonunda Jule' un 303' den türeme karavanı ve  Jan' ın otostopuyla başlayan hikaye...




Jan, Jule' a yaşını sorar. İkisi de 24 yaşındadır.

Jan, "3 yılımız var." der. Jule," Neyden önce 3 yılımız?", "27 olmadan önce." der Jan. "Tüm güzel insanların göçtüğü yaş. Kurt Cobain, Jonis Joplin, Amy Winehouse, Heath Ledger" diye devam eder. " Ve sonrasında Jan, intiharın bir bencillik olduğunu anlatır. Kendi problemlerini çözebilirsin ama geride bıraktıkların için yıkım olur, yakınlarına acı çektirirsin der.  Hatta bir hikaye anlatır. Eski bir arkadaşının 7 yıl önce kendisini öldürdüğünü ve annesinin hala konuşamadığını anlatır. Bundan sonra da karavandan kovulur. Çünkü Jule' un kardeşi de 27 yaşında intihar etmiştir.

27 yaşında ölen ünlüler 27'ler kulübü olarak adlandırılır. Bu kulübün ilk üyelerinden biri de Jim Morrison' dır. Üniversite yıllarımda 1991 ya da 1992 yılında amfide izlemiştim bu filmi. En çok dinlediğim gruplardan biriydi.27 yaşındayken bir otel odasında ölü bulunmuştu. Brian Jones ( Rolling Stone üyesi), da 27 yaşında ölmüştü. Jimy Hendrix ' te bir otel odasında 27 yaşında ölü bulunan ünlülerden biriydi. 1994 yılında Nirvana' nın solisti Kurt Cobain' in ölümünden sonra 27'ler Kulübü dikkat çekmeye başlamıştı. Kurt Cobain' in ölümünün resmi açıklaması, kendisini kafasından av tüfeği ile vurduğu yönündeydi. Jimy ve Jim otel odasında ölü bulunmuşlardı.


Jule ve Jan' ın yolları yeniden başka bir benzin istasyonunda buluşur. Artık aynı yoldadırlar.

Filmin ilk bölümü bu şekilde başlar. Jule, Jan' e kapitalizmin insanları yalnızlaştırdığını bunu ise bilerek ve planlı bir şekilde yaptığını savunur. Örnek olarak da bir apartmanda 4 insanın yalnız yaşadığını düşün, 4 TV, 4 buzdolabı, 4 fırın gerekli , halbuki hepsi bir arada yaşasa hepsinden 1 er tane yeter diye anlatır. Hepsi yalnızken daha fazla tüketiyor der. Bunu kapitalizmin ayırma stratejisi olarak adlandırıyor. Ve filmin birçok yerinde tekrarlanan bağışıklık sistemi hakkında konuşurlar. Yalnızlığın, kortizolu arttırdığı ve bunun da bağışıklığı azalttığından bahseder Jule.

Dediğim gibi bu kısım yılardır, kapitalizm, sosyalizm ve insanın doğası üzerine yaptığınız yüzlerce tartışmaya benzemektedir. Sığ bir tartışmadan öteye geçmez zaten.



Kapitalizmin insanları mutsuz yaptığını, böylece daha fazla tüketime ittiğini anlatır Jule.

Jan ise Jule' e şu soruyu sorar. "Onlar, onlar diyorsun, peki kim onlar? Yani yöneticiler ve politikacılar karanlık odalarda buluşup, "Hadi onları tecrit edelim, daha fazla tüketirler ve direnmeye son verirler." dediklerini mi düşünüyorsun?" 

Jan insanın doğası ve yapısı gereği böyle bir sistem oluştuğunu savunurken, Jule ise bu sistemin kapitalizmin yarattığını onun prensipleri olduğunu savunur."


Jule, sosyal hayattaki adaletsizliği kapitalizme bağlarken Jan ise bunu insanın doğasında olan rekabete bağlar. Rekabet neticesinde ise güçlü olanın hayatta kalacağını ve bunun da insanlığın ve doğanın genel yapısı olduğunu savunur.

Jule ise rekabet edenin değil, işbirliği içinde olanın kazanacağını savunur. Buna örnek olarak da Neanderthal' lerin rekabet ettiği için yok olduklarını, Cro-Magnonlar' ın ise işbirliği içinde yaşadıkları için atalarımız olduğunu anlatır. 


İlerleyen sahnelerde sosyal mesajlara yer verilir. Jule, üretilen buğdayların tamamı doğru kullanılsa dünyada aç insan kalmaz der ve cebinden bir harita çıkarı ve Afrika' da bir yer gösterir ve  burada üretilecek güneş enerjisi ile bütün dünyanın enerjisi sağlanabilecek iken halen daha fosil yakıtların kullanıldığını anlatır. 


Ve karavana dönüp, yolculuklarına devam ettiklerinde ikinci bölüm tartışmaları başlar. Evlilik, bağlılık ve sek* üzerine.

Jan, çok eşliliği savunur, Jule ise aşkı. Jan, mutlu evliliklerin sırrının sek*te olduğunu savunurken, Jule ise mutlu evliliği aşka ve tutkuya bağlar.

Jan öpüşürken insanların birbirini kokladığı hatta bu kokunun burunlarının altındaki, dudağın hemen üstündeki oluktan koklandığını anlatır. Feromon' un buradan koklandığını söyler. Hatta bir deneyden bahseder. Kadın ve erkeklere bir hafta giydikleri tişörtleri koklatıp, bir erkekten hamile kalmaya en uygun kadının seçildiği deneyden. Bu bölüm, ilişkiler ve se* hakkındaki konuşmalarla doludur.

Bir karavan sabahında, Jule' un meditasyonuyla başlar sahne. Güneşi karşılama meditasyonu yapıyordu ya da sadece Bhujangasana/Kobra duruşu...Bu sahne çok kısa olduğu için tam anlayamadım. Daha sonrasında önce Jan sonra da Jule gizlice birbirlerinin tişörtlerini koklarlar. Yüzlerinde tatlı bir gülümseme belirir. Artık birbirilerine aşık olduklarını anlarlar. İlerleyen sahnelerde bunu birbirlerine itiraf ederler. 

Bu sırada Jule, Jan' e hamile olduğunu söyler, ileriki sahnelerde doktor kontrolü sırasında spontan düşük yaptığını öğrenir.


Ve 3. Bölüm başlar.

"Kendinden tatile çık."

Jan "Her zaman kendimizden uzak durmalıyız, yoksa deliririz" der.

Jule' un müthiş sorusu gelir. 

"Ama Jan ya kendine kendin diyemiyorsan!" 

ve sonra devam eder, "Kafandaki bu ses sürekli yaptıkların hakkında yorum yapıyor. Aslında bunun sen olduğunu sanmıyorum. Sanırım bu senin iç yorumcun gibi." ve "gerçek benliğinin sessiz olduğunu ve tüm kararların onun verdiğini" söyler Jan! a

Bu bölüm içsel konuşmalarla geçer.

4.Bölüm buluşmaların olduğu bölümdür. Jan babasıyla yüzleşir. Babasını görür ama yanına gitmez, Çünkü onun için yabancıdır. Marina' da yanında Jule varken seyrettiği babası, ömründe ilk kez gördüğü tanımadığı bir adamdır. Sessizce ayrılırlar oradan.
Jule' da Alex' in yanına gider. Jan da köy meydanında gece yarısına kadar gelip gelmeyeceğinden emin olmadan Jule ' u bekler. Jule, Jan için geri gelir.

Film biter.






Tamamını oku
Tarih: Haziran 06, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Göz-el - Eidos

Bugün size Azra Erhat' ın İşte İnsan adlı kitabından bir bölüm paylaşmak istiyorum. (Bazı yerleri koyuya boyadım. Yazarın kitabında koyu renkli hiç bir yer yok.)



Güzel sözcüğü nerden gelir, bir  düşündün mü? 

Gözle ilgili, göze ilişen, göze hoş görünene göz-el, güzel diyoruz. Çoğu diller güzellik kavramını görme duyusuna bağlarlar: gözle algılanan nesnenin üstünlüğü güzel sıfatı ile nitele­nir. Kimi dillerde bu  kavram insanın bazı ilkel eğilimle­rinden doğmadır: Latince pulcher, güzel, dinsel bir  terim olsa gerek, sürüde en  üstünü diye kurbanlık olarak seçi­len hayvana veriliyor bu  sıfat. Farsça dilber göze değil, gönüle çevriktir, Cermen dillerinde schön parlaklık gös­terir, onun akrabası bir  sözcük beyaz at anlamına  gelir. Bir ulusun görüş kaynağına varmak, düşüncesinin  özünü kavramak için onun güzellik  anlayışını  izlemekten  daha aydınlatıcı bir  yol tutulamaz. Homeros  Priamos'un kızı Laodike'yi şöyle tanımlar. (İl III. 124) : 

Güzellikten yana en  üstünüydü Priamos'un kızları arasında. 

Güzellik diye çevirdiğimiz sözcüğün yunancası eidos' tur. Eidos ne demek? llomeros'tan Platon'a ve Aristoteles'e kadar uzun bir  evrim sonucunda Batı düşüncesinin teme­line yerleşen bu  kavram Yunan mucizesi denilen kültür olayının özüne ışık tuttuğu gibi, bütün belirtilerini de  ay­dınlatır. Eidos görme anlamına gelen bir  kökten üreme­dir. Her türlü algı, algı sonucu anlayış ve  bilgi, gözü esas tutan bu  süreçle ilgilidir. Nitekim eidon: gördüm, görüş sonucunda varılan durumu dile getiren oida ise biliyorum demektir.

Eidos, Homeros'ta görünüş, insan bedeninin üç  bo­yutla göze görünen biçimi için kullanılır. Ne  var  ki  bu bi­çim hep bir  değer ölçüsü taşır. Eidos, yahut Batı dillerin­de  FORM diye geçen yunanca morphe yalnız göze hoş gö­rüneni belirtmeye yarar. Form göze hoş görünenin ta ken­disidir, güzellik özündedir onun.  Güzelin karşıtı ise bi­çimden  yoksun  olduğu için biçimsiz, çirkindir. Eidos'un kaynağındaki bu  değer ölçüsü bizi dosdoğru Platon'un idea kavramına götürür. Eidos ile idea aynı kökten, aynı anlama gelen sözcüklerdir. Homeros'ta eidos nasıl gözle görünenin  üstünlüğünü  niteliyorsa, Platon'un düşüncesinde idea akı1'la algılananın en  üst aşamasını, yani kavramı tanımlar. "Çoğu nesneler görülür kavran­maz, idealarsa kavranır görülmez" diyor Platon Devlet'te (VI.  507 b). 

Azra ERHAT -İşte İnsan


Bir ulusun görüş kaynağına varmak, düşüncesinin  özünü kavramak için onun güzellik  anlayışını  izlemekten  daha aydınlatıcı bir  yol tutulamaz.

Tamamını oku
Tarih: Haziran 05, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Ölümsüzlük İksiri



Geçenlerde bir haber okudum. Putin bilim adamlarına talimat vermiş. "Uzun yaşamın sırrını bulun." diye. Yani "Gençliğin sırrını bulun" demiş.

Haberde diyor ki, Putin, 

"Rus bilim insanlarına gençleştirici araştırmalarını hızlandırmayı emretti."

Bu haberi duyunca başka bir şey aklıma geldi.

Eski bir Çin imparatoru , tarihteki diğer birçok hükümdar gibi ölümsüz olmak istemiş ve doktorlarından ölümsüzlük iksirini bulmalarını istemiş. Rivayete göre doktorlar ölüm iksiri diye ona zehir içirmişler ve 39 yaşında ölmüş. Diğer bir rivayete göre ise kendisi bu konuda görevlendirdiği elçilerden eskiden çok uzun yaşayan insanların cıva içtiğini öğrenmiş ve içtiği cıvadan zehirlenerek ölmüş.


Tamamını oku
Tarih: Haziran 02, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Rakı neyle içilir? Suyla mı? Susuz mu? Yoksa...



Blogdaki yazılarıma bir baktım da, hayatımda çok önemli bir yer tutan bir şeyden hiç bahsetmemişim.

Rakıdan.

Her şeyi yazmışım. Ama rakıyı es geçmişim. Aslında neden yazmadığımı biliyorum da. Herkes biliyor da...

Neyse....

Bana soruyorlar rakı neyle içilir?

Suyla mı? Susuz mu?

Klasik yanıtı vereyim.

Zeki' yle içilir. Sezen' le içilir. Aşkla içilir. Mezeyle içilir. Dostla içilir. Yalnız içilir. Cümbür cemaat içilir.  Manzaraya içilir. Efkara içilir. Neşeye içilir.....Sebepsiz içilir....Canın isterse içilir.....

Keyfin nasıl istiyorsa öyle içilir. Yeter ki adabıyla olsun.

Yine soruyor?. Sen suyla mı içiyorsun susuz mu?

Diyorum ki...Ben bardaktaki o beyaz rengi seviyorum.

Mina Urgan' ın bir kitabı var. "Bir Dinazorun Anıları" . Bu kitapta bir rakı masasında Mina Urgan:

"Kalabalık bir grup, Aslanbaşı Lokantasında uzun bir masaya yerleştik. Onlar yiyor içiyor, ama ben, değil içmek, ağzıma bir lokma ekmek bile koyamıyordum. Sevgili konuklarıma hiçbir şey belli etmemek zorundaydım. Ama iskemlemden nerdeyse yere düşecek kadar bitkindim. Önümde iki bardak duruyordu. Birinde az su, ötekisinde çok su vardı. Az suyu olan bardak. sözde rakıydı. "Ne o? Artık rakıyı susuz mu içiyorsun?" diye şaştılar arkadaşlar. "Evet" dedim ve bitkinliğime karşın, politik bir yanı da olan küçük bir söylev verdim:

"Eskiden rakı böyle içilirdi. Çok küçük rakı kadehleri vardı. O küçük kadehten önce rakı içilir, üstüne soğuk su içilirdi. İngilizler, viskiyi susuz sodasız içerler. Ancak o görgüsüz Amerikalılar viskiye buzlu su ya da soda katar. 1940'lı yıllarda Missouri gemisinin İstanbul limanına demir atmasıyla birlikte, biz de onlara öykündük, rakımıza su kattık. Zaten biliyorsunuz, bizim yaşam biçimimiz, Missouri' den önce, Missouri' den sonra olarak ikiye bölünür. Missouri savaş gemisinden sonra, bizler milli içkimizin tadını bozduk. Ne var ki, dostum Cahit Kayra, bu yanılgıya asla düşmedi. Akşamları bir tek içer ama, susuz içer o teki. Ben de onun gibi yapacağım bundan böyle." 


Mina Urgan' ın bahsettiği (Çok küçük rakı kadehleri vardı.) rakı kadehi Osmanlı döneminde kullanılan "Leylek Boynu" adı verilen dar kadehlerdir. O dönemlerde rakılar bu kadehlerle sek içilirmiş. Ardından da boğazı temizlemek için su içilirmiş. Günümüzde rakı bardakları eskiden kullanılan limonata bardaklarıdır. Ben küçük bardaklarla içemiyorum. Yıllarca limonata bardaklarıyla içtiğim için ölçümü onlarla belirliyorum.

Mina Urgan, 1940 lı yıllardan önce rakının susuz içildiğini söylese de suyla içildiği yönünde de bilgiler var.

Leylek Boynu Bardak



Sezen Aksu' nu bir şarkısı var. Begonvil

Gönlünü ilk önüne çıkan
Yaz seferine bağlamışsındır
Vurunca dibine sakız rakısının
Biraz da ağlamışsındır

Sakız rakısı dediğimiz aslında Uzo, Mastika rakılarıdır. Onların içerisine aroma olarak sakız konulur. Bizde de damla sakızı konulurdu. Ama bizim geleneksel aromamız anasondur. Şimdilerde anason kokusu rakılarda eskisi gibi değil. Eskiden mutfakta rakı açıldığında sokağa kadar kokusu gelirdi. Eve girdiğimizde "Oooo rakı var." derdik. Şimdiki rakılar öyle değil. Anca bardağı burnuma götürünce alıyorum rakı kokusunu. Anasonu azaltımış rakılar içiyoruz. İçimi kolay olsun diye. Üniversite yıllarımı hatırlıyorum. Hani rakının sadece Yeni Rakı, Kulüp Rakısı, Tekel Rakısı ve benzerlerinin olduğu yılları. O yıllarda rakıyla çok haşır neşir olmayan arkadaşlarımız, rakıyı içerken burunlarını kapatırlardı. Ağır bir anason kokusu vardı

Anason deyince aklıma, Zakkum' un Anason şarkısı geldi. Ne diyor orda:

Dokunsalar
Ağlayacaksın
Ama hiç dokunmuyorlar
Biçare bakan gözlerin bırak kanasın
Gücüne gitsin şarkılar
Anason kokarken sofralar
Yaşlandırıyor seni aynalar
Her geçen yıl birer birer
Masadan eksiliyor dostlar
Anason kokarken sofralar

Mina Urgan' ın az önce bahsettiğim kitabında çok ilginç bir bölüm daha var. Onu da mutlaka buraya yazmalıyım:

Her konuda biraz tutucu genç bir doktor tanırım. Her nedense benim merakım da bu delikanlıyı siyasal görüşlerini ileri sürerek şok haline getirmek. Ne var ki, memlekette siyasal durumun berbatlığından ötürü genç doktorun bile aklı biraz başına geldiğinden, bunu başaramadım. Hatta beni onayladı nerdeyse. Bunun üzerine, çok katı ahlaksal ilkeleri savunduğunu bildiğim için, bazı alışkanlıklarımı anlatarak şunun damarına basayım diye düşündüm: Emekliliğimden beri akşamcı olduğumu, her akşam mutlaka içki içtiğimi açıkladım övünürcesine. Delikanlı, "ne kadar içiyorsunuz hocam?" diye sordu kaşlarını çatarak. Ben de o sırada bir yalan uydurup, büyük bir şişe içtiğimi söyleyemedim. "
İki, bilemedin üç tek" diye yanıtladım bu soruyu. Bir de baktım, delikanlının sert yüzünde gülücükler
belirdi. "Aman ne iyi yapıyorsunuz. Dr. Todd'un ilacıdır bu" demez mi! Fena halde bozuldum. "O da ne demek?" diye sorarken, kaşlarını çatmak sırası bana gelmişti. Meğer İngiltere' de bir Dr. Todd varmış. İçkiden hoşlanan yaşlı hastalarına sinir ilaçları, uyku hapları vereceğine, akşamları yarım bardaktan biraz fazla viski verirmiş. Bütün içkiciler de can atarmış Dr. Todd'un koğuşunda yatmaya. İlkin buna inanmadım, tanıdığım hekimlere sordum. Dr. Todd literatüre geçtiği için, hepsi biliyorlardı bunu. Az içkinin damarları açtığını, tıkanmaları önlediğini, kalbe iyi geldiğini açıkladılar bana. Böylece doktorların icazetiyle, her akşam iki tek rakımı içmeye devam ediyorum ve ihtiyarlığın nimetlerinden biri sayıyorum bunu.

Sonuçta içki zararlı bir içecek. Bir doktor olarak kim bu literatüre giren Dr.Todd diye internette araştırma yaptım. Todd Paralizi' ni görünce utandım. Nasıl unutmuşum diye. (Todd Paralizi: Çok kısaca;  Epileptik nöbet sonrası geçici felç durumudur.) Dr.Todd (Dr. Robert Bentley Todd) o dönemlerde, kendi reçetesi olan "hot toddy" ile hastalarını tedavi etmek ve semptomlarını azaltmak için, genellikle içinde brendi, sıcak su, bal veya şeker ve baharatlar içeren reçeteleri vermiş. O dönemlerde alkolün tıbbi amaçla kullanımı yaygınmış.

Ancak kesinlikle şunu unutmamak lazım. Alkol zararlı bir içecektir.

Bu arada internete Dr.Todd yazdığınıda ilginç bi haberle de karşılaşıyorsunuz. BBC' de yazılmış bir haber var. "Damardan votka hayat kurtardı." diye. Biraz da eğlence olsun diye haberin tamamını alta bırakıyorum.

Avustralyalı doktorlar zehirlenen bir hastayı hayatta tutmak için damardan votka verdiklerini açıkladılar. Ülkenin kuzeydoğusundaki Queensland eyaletinde doktorlar, intihara teşebbüs ederek büyük miktarda zehirli madde yutan İtalyan turistin, votka sayesinde kurtarıldığını söylüyorlar.

Doktorlar, etilen glikol içen 24 yaşındaki hastaya, normal koşullarda saf tıbbi alkol verilmesi gerektiğini, ancak hasta geldiği zaman hastane deposunda tıbbi alkol bulunmadığı için votka kullandıklarını belirtiyorlar.

Tedaviyi uygulayan doktorlardan Todd Fraser, Avustralya'daki ABC televizyonuna yaptığı açıklamada "Hastaya yoğun bakım ünitesinde kaldığı üç gün boyunca serumla votka verildiğini" söyledi.

Dr. Fraser, "Neden votka kullanmak zorunda kaldığımızı anlattığımızda, alışılmamış da olsa bu yönteme başvurmamızı hastane yönetimi de anlayışla karşıladı" diyor.

Doktorlar ayrıca, hastaneye geldiğinde bilincini kaybetmiş durumda olan hastanın, uyanana kadar votka nedeniyle oluşabilecek baş ağrısının da tümüyle geçmiş olduğunu söylediler.

İtalyan hastanın, hastanede iki ay önce tedavi edildiği ve sağlığına tekrar kavuştuğu bildiriliyor.

Ancak hastanın tedavi edilme yöntemine ilişkin ayrıntıların açıklanması için bugüne dek beklendi.



Dr.Todd 'la ilgili internette bir şey daha buldum. Aşağıda....   Muhtemelen Dr. Robert Bentley Todd ' den etkilenerek bu ismi koydular. İçinde is, baharat, zencefil ve bal var.




Eğer ben Türkiye' de bir rakı üreticisi olsaydım, rakının adını "Tanju" koyardım.

Aydın Boysan, rakının yalnız içilmeyeceğini, dostlarla içileceğini söylüyor.

Bir şairin, bir mimarın, bir avukatın ya da sadece bir mahalle arkadaşının ne söylediği kadar nasıl söylediği önemlidir. Rakı yalnız içilmez çünkü rakı içilirken insan konuşmak ister. Ve bazen dinlemek… Aydın Boysan

Aydın Boysan her ne kadar rakının gündüz içilmeyeceğini, akşam güneş batımından sonra içilmesi gerektiğini söylese de hem rakılar değişiyor, hem insanlar değişiyor, hem de bardaklar.... Günümüzde gündüz rakısı denilen bir kavram gelişti. Bana sorarsanız ne zaman canım isterse o zaman içiyorum. Rakı sofrasında bir tek şeyi önemsiyorum. İçtiğim kişiyi.


Önder Güngör / 2 Haziran 2025 / Ankara




Tamamını oku
Tarih: Haziran 01, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Karma- Sen karma desende o seni karar.



Her sabahki yolumdan kızımın okuluna doğru arabamla gidiyordum. Çankaya Köşkü' nün oradan Bulvara girdim. Bu yolu bilmeyenler için söyleyeyim, Uğur Mumcu Caddesinden sonra devamı olan Çankaya Caddesi' nden yolun bitiminde sağa dönerek Atatürk Bulvarı' na giriş yapıyorsunuz. Atatürk Bulvarı' nın en başı burasıdır. Yokuş aşağı iniş vardır. Bulvar' a girdiğinizde Çankaya Köşkü' nün ana kapısı tam arkanızda kalır. Sağ tarafınızda Seymenler Parkı, aşağıda sol tarafınızda İnönü Parkı bulunur. Farabi dönüşünü geçtikten sonra Kuğulu Park Alt Geçidi' ne giriş yapılır. Bu yol sabahın erken saatlerinde bile kalabalık olur.

Ben de  her zamanki saatlerde yokuş aşağı indim. Alt geçit girişinde trafik tıkalıydı. Eğer burada sol şeritte kalırsanız köprü üstünden Tunalı Caddesi' ne giriş yaparsınız. Genelde böyle bir tıkanıklıkta kurnaz(1) araç sürücüleri, orta ve sağ şeritte  köprünün altına girmek için sıra bekleyen araçların önüne geçmek için bu boş olan sol şeride girerler ve alt geçit girişinde bekleyen araçların önüne direksiyonu kırıp köprü altına sırada bekleyen bütün herkesin hakkını çiğneyerek girerler. Maalesef bu sürücülerin sayısı o kadar fazladır ki, bu yolu sürekli kullanan insanlar da o kadar bıkmışlardır ki sadece bir iç çekişiyle yollarına devam ederler.

Bu sabah ben de sıkışmış trafikten dolayı köprü girişine üç beş araba kala, frene basmış bekliyordum. Sol şeritten gelen araçlar burunlarını sokmuşlar trafiğin ilerlemesini bekliyorlardı, Bekleyen kurnazlardan(saygısızlardan) biri dikkatimi çekti. Bu araba ben Uğur Mumcu'da, bitmeyen otelin oradaki ışıkta beklerken, sağa dönüş yolunu kapatmış, market için bagajından sebze, meyve indiriyordu. Sağa dönmeye çalışan belediye otobüsü şoförü de veryansın kornaya basıp, adama -muhtemelen- küfürler savuruyordu. Yolcular ayağa kalmış, camdan adama bir şeyler söylemeye çalışıyorlardı. Herhalde işe geç kalacaklarını.... Adamın umurunda değildi. O işini hızlıca yapmak yerine kaldırımdaki başka bir adamla sohbet ediyor, eliyle de "Ne acele ediyorsun? Bekle geliyoruz işte. " cinsinden hareketler yapıyordu otobüs şoförüne. Artık sağa dönüş ışığı da kırmızıya dönmüştü. Adam sakince gelip Doblo' sunun bagaj kapaklarını kapattı. Otobüse ters bir bakış atıp aracına bindi. Işık kırmızıyken bastı gitti. Arka camdaki yazı dikkatimi çekti. "Bu da mı gol değil?" yazıyordu. İçimden sen ancak kendi kalene gol atarsın dedim.

İşte  o araba nasıl olduysa arkada kalmış şimdi de sırada bekleyen herkesin önüne kaynak yapmaya çalışıyordu. İstediğini yaptı da. Trafik ilerler ilerlemez, bastı gaza hepimizin önünden yoluna devam etti. Daha sonrasında da bir o şeride bir bu şeride girerek, herkesi tedirgin etti.

Kızımın okuluna geldiğimizde, onu okula bıraktıktan sonra arabama geri döndüm. Tam kapıyı açacaktım ki, önümdeki arabayı fark ettim. Bizim adam. Bagajdan birkaç kasa malzeme indirmiş, restoranın önündeki çalışanlarla sohbet ediyor. Camdaki yazıyı tekrar okudum. "Bu da mı gol değil?

Arabamın lastiklerini kontrol ediyormuş gibi yapıp konuşulanları dinlemeye çalıştım. Zor değildi. Caddenin başındaki adamın bile duyacağı şekilde bağıra bağıra konuşuyordu.

"Yiğenim, Sorma valla. Eşek gibi gece gündüz demiyom, çalışıyom. Valla sabahın göründe kalkmışım. Oraya zebze götür, buraya meyve götür, Patron desen üç guruş para veriyor. Hakkmız bu mu gardaş bizim. Valla hakkımı helal etmiyorum." diye dert yanıyordu.

İçimden, bu senin oluşturduğun Karma' n diyerek arabama bindim.


Önder Güngör / 1 Haziran 2025/ Ankara



Tamamını oku