Deepak Chopra / Başarının 7 Spiritüel Yasası
Bir Yoga grubuyla Yoga tatiline giden arkadaşım vardı.
Kazdağları’ nda bir yoga kampına gitmiş. Sabah meditasyon daha sonrasında yoga
öğleden sonra yine bunların tekrarıyla geçen bir kampmış. Bazıları odalarına
çekilip sürekli meditasyon yapıyorlarmış. Sessizliğin ve dinginliğin içerisinde
kendi öz benlikleri ile birlikte olmak için yalnızlığı tercih ediyorlarmış.
Bunlardan biriyle de arkadaşım tanışmış biraz samimi olmuşlar. Kızcağız,
sürekli yoga ve meditasyon yapan bir kızcağızmış. (Bundan sonra buna kısaca Kız diyeceğim.) Kız, arkadaşıma
da kamp süresince boş bulduğu her vakit, meditasyon yapıp kendi içsel sesini
dinlemesini, onunla yalnız kalmasını söylüyormuş. Sürekli arkadaşımın
çevresinde dolaşıp ona bir şeyler öğretir tarzda konuşuyormuş.
Bir hafta sonu kampa ara verilmiş ve köy gezisine çıkmışlar.
Kazdağları’ nın denize bakmayan arka tarafındaki bir köye gitmişler. Köyün
etrafında yürüyüşler yapmışlar. Arkadaşımla, Kız gruptan ayrılıp daha fazla
yürüyüş yapmaya karar vermişler. O sırada bir göletin kenarında koyun sürüsü
görmüşler. Sürünün yanına gittiklerinde başlarında bekleyen bir çoban varmış.
Kız, “Merhabalar, nasılsınız? Siz bu sürünün çobanı
mısınız?” diye sormuş. Arkadaşım herhalde ilk kez çoban görüyordu galiba diye
de ekleyerek anlatmaya devam etti.
Çoban cevap vermeden sadece başını sallamış.
Kız, “Çok güzel bir yerde çobanlık yapıyorsunuz. Harika.
Sabahları gelin, yere de bir örtü serip, bütün gün meditasyon yapın.” demiş.
“Meditasyon yapmayı biliyorsunuz değil mi?” diye de eklemiş kız. “Yani
kendinizi dinleyin. Oh ne güzel.”
Çoban hiç sesini çıkarmamış.
Kız arkadaşıma dönüp, yazık bilmiyor meditasyon yapmayı
gibisinden bir şeyler söylemiş.
Kız çobana, hangi okulu bitirdiğini sormuş.
Çoban ilkokul diye cevap vermiş.
Kaç yıldır çobanlık yaptığını sormuş.
25 yıl.
Çoban kendisine sorulan her soruya ya tek kelimeyle ya da
baş hareketleriyle cevap veriyormuş.
Kız nefes almadan çobana, buraya kampa geldiklerini, sürekli
yoga yaptıklarını, sessizce odalarda oturup meditasyona daldıklarını hiç
durmadan anlatıyormuş. Yalnız kalmak insanı geliştirir, iç sesini dinler,
huzurlu olur vb.. cümlelerle sürekli çobana bir şeyler söylüyormuş. Kendisinin her
yıl bir kaç kez kampa gittiğini, huzurlu olduğunu anlatıp, öğüt vermeye
çalışıyormuş.
Çoban hiç sesini kesmeden sonuna kadar Kız’ ı dinlemiş. Başını
kaldırıp güneşe bakmış. Arkadaşım çobanın gitme vaktinin geldiğini anlamış.
Fakat kız hiç durmadan konuşuyormuş.
Çoban ayağa kalkıp gözlerini kapamış. Birkaç derin nefes
almış. Çevreye dağılmış yüzlerce koyun ve bu koyunlara eşlik eden köpekler
hızla çobanın çevresine toplanmış. Çoban, gözleri kapalı birkaç derin nefes
daha almış. Sürü ip gibi dizilip köyün yolunu tutmuş. Çoban gözünü açıp gözlerini
Kız’ a doğru sabitlemiş. Bir süre sonra Kız da koyunların arkasına takılmış
köye doğru gitmeye başlamış. Arkadaşım koşarak Kız’ ı kolundan tutup yere oturtmuş.
Kız şaşkın halde “Ne oluyor?” demiş.
Arkadaşım uzaklaşmakta olan çobanın arkasından bakarak, “Hiç.” demiş ve devam etmiş. “Müneccime yıldız falı
öğretmeye çalıştık.”
Youtube' da takip ettiğim kanallardan biri de "Yeni Nesil Köylü" kanalı.
Köy yaşantısına kendine özgü bir bakışı var.
Aşağıda 26 Haziran 2025'te yayınlanmış bir videosu var. Videonun altyazılarını alıp aşağıya ekledim, en sonunda da videoyu izleyebilirsiniz.
Her kelimesi köy yaşantısı ile ilgili o kada önemli cümleler ki... sizinle de paylaşmak istedim.
Buyrun aşağıda....(Yeni Nesil Köylü - Köyde yapamayanlar burada mı? )
Bugün sana köy hayatının Instagram' daki gibi olmadığını anlatmayacağım. Bugün sana şehri bırakıp köye gelen ve sessizce geri dönen insanlardan bahsedeceğim.
Onların hikayeleri çok paylaşılmaz. Çünkü çoğu zaman kendilerini başarısız hissederler. Ama aslında mesele bu kadar basit değil. Eğer bu videoyu sonuna kadar izlersen belki kendi hayalin yüzleşeceksin.
Belki de bir başkasının hayalini anlamaya başlayacaksın. Şehri bırakıp köye gelenlerin çoğu bir hayalin peşindedir.
Sakinlik, doğa, sadelik.
Ama gerçek hayatta köy hiçbir zaman sadece doğadan ibaret değildir. Her köyün kendine ait bir düzeni, bir ritmi, bir görünmeyen protokolü vardır.
Ve sen bu düzene dahil olmaya çalışırken hayalin bir anla görevler zincirine dönüşebilir.
Çapa, sulama, böcek, budama, komşunun koyunu, ötekinin dedikodusu, su borusu patladı.
Doğa güzeldir ama doğa aynı zamanda ilgisizliğe tahammül etmez. Ve bu yüzden bir yerden sonra insanlar ben bunu hayal etmemiştim demeye başlar. Bazıları köye geldim çünkü kalabalıklardan sıkıldım. Der ama köydeki yalnızlık şehirdeki kalabalık yalnızlığından çok daha derindir.
Köydeki yalnızlık şehirdeki kalabalık yalnızlığından çok daha derindir.
Telefon çalmaz, kapı tıklanmaz. Birilerine misafirliğe gitmek bile köyde bir törendir ve sen bazen günlerce, haftalarca sadece kendi sesini duyarsın.
Buna hazır olmayanlar için bu sessizlik huzur değil çöküş getirir ve geri dönerler.
Çünkü insan sesin bile yankılanmadığı yerde zamanla kendi sesini unutabilir. Köydeki insanlar seni yadırgamaz belki ama tam anlamıyla da içine almaz.
Senin için şehirci derler. Köyde doğmamışsındır. Çocukluğunu orada geçirmemişsindir.
Toprakla aramdaki ilişki samimidir belki ama onların gözünde gerçek değildir.
Ve bu küçük mesafe yıllar geçse de kapanmayabilir.
Bazıları bu mesafeye dayanamaz. Çünkü onlar sadece doğayla değil, insan ilişkileriyle de yeni bir hayata başlamak istemiştir. Ama ne yazık ki köyde ilişkiler yıllar boyu oluşan güvenle kurulur. Sen hızlıca sevgi görmek istersin ama köy sevgisini zamana yayar. Birçok kişi köye üretmek için gelir.
Domates, zeytin, kekik, sabun, lavanta.
Ama üretmek başka, geçinmek başkadır. Tarlaya girip tohum atmak kolaydır ama o ürünü pazara çıkarıp değerini de satmak işte bakın bu başka bir iştir. Gübre pahalı, işçilik zor, su sınırlı. Pazarın fiyatı senin maliyetini değil market rafını düşünür. Kimi zaman emeğin karşılığını alamadığını gördüğünde boşuna mı geldim diye düşünürsün ve evet geri dönersin.
Çünkü tamam doğa iyidir ama doğayla baş başa kalmak lüks değilse unutmayın bedel ister. Bu videoyu izleyenlerden bazıları belki şu an köydedir. Bazıları ise dönmüştür ama anlatmamıştır.
Belki de herkesin hayranlıkla baktığı o şehri bırakma kararı içeride koca bir hayal kırıklığına dönmüştür. Ama bil ki bu bir başarısızlık değil. Bu gerçek hayattır. Her deneyim kıymetlidir ve geri dönmek bazen köyü terk etmek değil kendine dönmektir. Kimse kimseyi yargılamamalı bu süreçte. Eğer sen de şehirden köye geldiysen ve sonra döndüysen ya da dönmeyi düşündüysen lütfen yorumlara yaz.
Geri dönmek bazen köyü terk etmek değil kendine dönmektir.
Gerçekleri konuşalım. İlham olmak zorunda değiliz. Bizim öyle bir çabamız, öyle bir gayretimiz yok. Bazen sadece anlatmak bile yeter. Yeni nesil köylü olarak biz bu hayatı sadece övmek için değil, dürüstçe paylaşmak için yaşıyoruz. Hadi sen de kendi hikayeni paylaş.
Çünkü bu yalnızca bir video değil.
Unutma bu hepimizin yolculuğu.
/Yeni Nesil Köylü - Youtube Kanalı
Geçenlerde bir yazı yazmıştım "Doğa dert etmez!" diye.
(https://www.ondergungor.com/2025/03/doga-dert-etmez.html) Karşıma aşağıdaki yazı çıkınca hemen buraya da bırakmak istedim.
Buyrun aşağıda...
Başarının dördüncü spiritüel yasası "En Az Çaba Yasası"dır. Bu yasa, "doğanın mükemmel zekası sorunsuz, çabasız ve kolaylıkla işler" gerçeğine dayanır. Bu da en az çaba ve dirençsizlik prensibidir, yani uyum ve sevgi ilkesidir. Doğadan bu dersi aldığımızda, arzularımızı kolayca gerçekleştirebiliriz. Doğanın işleyişini izlerseniz çok az çaba harcadığını göreceksiniz. Çimen büyümek için çabalamaz, sadece büyür. Balıklar yüzmek için çabalamaz, sadece yüzerler. Çiçekler açmak için çabalamaz, açarlar. Kuşlar uçmaya çabalamaz, sadece uçarlar. Bu, onların gerçek doğasıdır. Dünya kendi etrafında dönmek için çaba göstermez. Baş döndürücü bir hızla dönmek, uzayda hareket etmek dünyanın doğasıdır. Bebeklerin sebepsiz mutlulukları onların doğasındandır. Güneşin parlaması onun doğasıdır. Yıldızların parlaması doğalarından gelir ... ve hayalleri çaba harcamadan, kolaylıkla gerçekleştirmek, tezahür ettirmek de insan doğasıdır. Hindistan'ın en eski felsefesi olan Yedik bilimde bu prensip "çaba tasarrufu" veya "az çaba çok iş" olarak bilinir. Sonunda öyle bir noktaya gelirsiniz ki hiçbir şey yapmadan istediğiniz her şeyi elde edersiniz. Bu da sadece küçücük bir fikrin bile, gerçekleşmesi için hiçbir çabaya gerek kalmadan tezahür edeceği anlamına ge lir. Mucize olarak adlandırdığımız şey de aslında "En Az Çaba Yasası"nın bir ifade biçimidir. / Deepak Chopra
"Hayat, bazı şeyleri doğrudan değil, ufak işaretlerle gösterir."
Dün gece bir rüya gördüm.
Boş bir arazideyim. İnişli çıkışlı. Arada bir yeşil tarlalar var. Bazen de ağaçlık alanlar.
Elimde bir 1,5 litrelik bir su şişesi var. Hiç açılmamış. Susamış bir halimde yok ama şişe elimde.
Bir yerlere gitmeye çalışıyorum ama nasıl gideceğimi bilmiyorum. Kimin yanına ya da nereye gideceğim hakkında hiç bir fikrim yok. Aklımda sadece bir yere gitme düşüncesi var.
O sırada bir yol ayrımında duruyorum. Yol sağa ve sola ayrılıyor. Yolda bir direk ve üzerinde iki tane tabela var. Ankara' daki sokak tabelalarının aynısından. Birinde 1.Cadde diğerinde ise 7.Cadde yazıyor. Acaba nereden gideyim derken, direğe yaslanmış küçük bir çocuk görüyorum.
Çocuk "7.Cadde daha uzun, 1.Cadde ise daha kısa. Birini seç diyor."
Tam 1.Cadde yazan yola doğru adım atıyorum ki, çocuk "Ben olsam 7.Cadde' den giderdim." diyor.
"Niye ki, orası daha uzun demedin mi?
"Eve ama harika bir yol. 1.Cadde' den gidersen boş, kurak bir arazide, dümdüz bir yoldan 1 saatte gidersin. 7.Cadde de ise ormanlık alanın içinden, dere kenarından, güzel bir göl manzarasından, eşsiz ağaçların arasından, kuş cıvıltıları içinde harika rengarenk bir yolculuk yaparsın. 7 saatte gidersin."
Çocuğa baktım ve "Benim acelem var. 1 saatte gitmek varken neden 7 saatte gideyim." diyorum ve 1.Caddeye dalıyorum. Çocuk "O zaman o suya ihtiyacın olmayacak bana ver?" diyor. Elimdeki şişeye bakıp, "Bunu niye taşıyorum ki zaten?" deyip, çocuğun eline tutuşturuyorum.
Tam da çocuğun dediği gibi 1 saat sonra büyük bir meydana ulaşıyorum. Etrafta bir kaç bina var. Binaların dışında oturacak masa ve sandalyeler var. Bir sürü insan oturmuş sohbet ediyorlar. Boş bir sandalyeye ben de oturuyorum. Bir sınavdan bahsediyorlar. Öğretmen birazdan gelecek diyorlar.
Meydan da bir adam beliriyor. Beyaz takım elbiseli. Herkes çevresinde toplanıyor. Tek sıra olup karşısında bir şeyler söylüyorlar. Sıranın en önüne geçip olup biteni anlamaya çalışıyorum. Yanıma bir kadın yaklaşıyor. O da sıraya girmemiş.. "Burada ne oluyor?" diye soruyorum kadına. "Öğretmen sınav yapıyor." diyor. "Ne sınavı?" diye soruyorum. "Okula giriş için sözlü sınav" diyor kadın. "Ne okulu bu?" diye yeniden soruyorum. "Herkesin girmek istediği okul" diyor kadın. Öğretmeni dinliyorum. En ön sıradaki bir çocuğa yolda gördüğü orman, ağaçlar, dere, göl, kuşlar, hayvanlar hakkında soru soruyor. Çocuk her sorulana yanıt veriyor. Elindeki pet şişe ile boş su kaplarını doldurduğunu anlatıyor. Öğretmen elindeki kağıda bir şeyler yazıyor. Eğilip, bakıyorum. Geçti, yazıyor. Sıradaki yaşlı kadın geliyor. Öğretmen benzer soruları ona da soruyor. Yaşlı kadın, soruların hiç birini cevaplayamıyor. Öğretmen elindeki kağıda "Kaldı" yazıyor. Daha sonrasında bir şeyler daha yazıyor ama onları göremiyorum. Nasıl olduysa birden sıranın en başında duruyorum. Öğretmen bana da sorular soruyor. Ama sorduğu hiç bir soruyu bilemiyorum. Başını kaldırıp, "1.Caddeden mi geldin?" diyor. "Evet" diyorum. Öğretmen "Bu okulda öğreneceklerin 7.Cadde ile ilgiliydi. 1.Caddeden gelenler, Kimya sınavına giren ama hiç çalışmamış öğrenciler gibidir. Hazırlıksız gelmişsin. Ön hazırlığı geçemedin." deyip elime bir kağıt tutuşturuyor. Kağıtta, "Kaldı" yazıyor. "Hayatın tadını bilmiyor. Öğrenmek de istemiyor. Öğrenci olamaz" diye bir not var.
Başımı kaldırıp bakıyorum. Öğretmen birden değişiyor. Yol ayırımındaki çocuk oluyor. "Senin için tabelanın üzerine işaret koymuştum." diyor ve elindeki pet şişeyi bana uzatıyor.
Uyanıyorum.
Önder Güngör / Ankara / 14 Haziran 2025
Bu sabah bir film izledim. 303.
Film adını bir zamanların efsane otobüsü 303' den alıyor. Aslında efsane deyince aklıma 303 değil de 302 geliyor. Asıl efsane buydu. Sonra 302S' ler geldi. Sonra da 303.
302' leri hayal meyal hatırlarım. O zamanlar 302' lerle giderdik İzmir' e. Otobüsler varyanttan iner Konak' a bırakırdı bizi. Daha sonraları Konak' a giriş yasaklandı. Önce Gaziemir sonra da Yeni Garaj' da bitti yolculuk.
1970-1980' li yıllarda 302' lerle yolculuk yaparken 1980' lerin sonuna geldiğimizde ise maalesef aşağıda gördüğünüz ne idüğü belirsiz, tabut benzeri araçlarla yolculuk yapmak zorunda kaldık.
Oysa şu aşağıdaki güzelliğe bakar mısınız?
Oysa ki filmden bahsedecektim. 303 filminden.
Az önce yazdığım gibi, film adını 303 Mercedes' ten alıyor. Bu otobüsün şasesi kullanılarak bir karavan yapılmış. Jan, daha filmin başında Jule' e soruyor. "Biraz eski değil mi?" diye, Jule "Hayır, yesyeni 30 civarı." diyor.
Bana göre film sadece yönetmenin ya da senaristin mesaj vermesi amacıyla yapılmış bir film. Sanki birisi birilerine bir şeyler anlatmak istemiş ve bilindik ergen tartışmalarının yaşandığı bir senaryo üzerinden gidilmiş. Her gencin yüzlerce kez tartıştığı, konuştuğu konular. Konu orijinal değil, ancak yine de izlerken keyif alacağınız türden.
Film iki kişi arasında geçiyor. Başka oyuncu yok. 😉
Ben bu filmi dört ana başlık altında toplayabilirim.
İlk bölüm, kapitalizm, komünizm, insanlığın geçmişi ve bugünü arasındaki benzer sosyolojisi ile ilgili tartışmaların yer aldığı bölüm.
İkinci bölüm, evlilik, aşk, bağlılık ve se*s tartışmaları,
Üçüncü bölüm, insanın kendisini araması ve içe dönüş, ( Bu bölüm güzel )
Dördüncü bölüm, var olmayan hayali ilişkiler ve onların yıkılışı, (Filmin gidişinden tahmin edeceğiniz bölüm)
Filmin hemen daha ilk sahnesinde Jule' un (Kadın oyuncumuz.) sınav odası kapısında beklemesi, o stresli hali ve sınavdaki sorular, bana, Hacettepe yıllarımı hatırlattı. Sitrik asit döngüsü.
-ATP önemlidir. Hücrenin yakıtı. Bilemezsen dersten kalırsın-.
Sonraki sahnede Jan' ın (Erkek oyuncumuz) , ülkemizdeki benzer bir nedenden dolayı vakıf bursunu kaybetmesi.
Veeee. film başlar.
Jule hamiledir, annesi düşük yapmasını ister. Jule ise bu kararı tek başına almak istemez ve erkek arkdaşı Alex' le bunu yüz yüze görüşmek ister ve Portekiz' e doğru yola çıkar.
Jan ise biyolojik babasını görmek için Kuzey İspanya' ya gitmeye karar verir.
Benzin istasyonunda Jule' un 303' den türeme karavanı ve Jan' ın otostopuyla başlayan hikaye...
Jan, Jule' a yaşını sorar. İkisi de 24 yaşındadır.
Jan, "3 yılımız var." der. Jule," Neyden önce 3 yılımız?", "27 olmadan önce." der Jan. "Tüm güzel insanların göçtüğü yaş. Kurt Cobain, Jonis Joplin, Amy Winehouse, Heath Ledger" diye devam eder. " Ve sonrasında Jan, intiharın bir bencillik olduğunu anlatır. Kendi problemlerini çözebilirsin ama geride bıraktıkların için yıkım olur, yakınlarına acı çektirirsin der. Hatta bir hikaye anlatır. Eski bir arkadaşının 7 yıl önce kendisini öldürdüğünü ve annesinin hala konuşamadığını anlatır. Bundan sonra da karavandan kovulur. Çünkü Jule' un kardeşi de 27 yaşında intihar etmiştir.
27 yaşında ölen ünlüler 27'ler kulübü olarak adlandırılır. Bu kulübün ilk üyelerinden biri de Jim Morrison' dır. Üniversite yıllarımda 1991 ya da 1992 yılında amfide izlemiştim bu filmi. En çok dinlediğim gruplardan biriydi.27 yaşındayken bir otel odasında ölü bulunmuştu. Brian Jones ( Rolling Stone üyesi), da 27 yaşında ölmüştü. Jimy Hendrix ' te bir otel odasında 27 yaşında ölü bulunan ünlülerden biriydi. 1994 yılında Nirvana' nın solisti Kurt Cobain' in ölümünden sonra 27'ler Kulübü dikkat çekmeye başlamıştı. Kurt Cobain' in ölümünün resmi açıklaması, kendisini kafasından av tüfeği ile vurduğu yönündeydi. Jimy ve Jim otel odasında ölü bulunmuşlardı.
Jule ve Jan' ın yolları yeniden başka bir benzin istasyonunda buluşur. Artık aynı yoldadırlar.
Filmin ilk bölümü bu şekilde başlar. Jule, Jan' e kapitalizmin insanları yalnızlaştırdığını bunu ise bilerek ve planlı bir şekilde yaptığını savunur. Örnek olarak da bir apartmanda 4 insanın yalnız yaşadığını düşün, 4 TV, 4 buzdolabı, 4 fırın gerekli , halbuki hepsi bir arada yaşasa hepsinden 1 er tane yeter diye anlatır. Hepsi yalnızken daha fazla tüketiyor der. Bunu kapitalizmin ayırma stratejisi olarak adlandırıyor. Ve filmin birçok yerinde tekrarlanan bağışıklık sistemi hakkında konuşurlar. Yalnızlığın, kortizolu arttırdığı ve bunun da bağışıklığı azalttığından bahseder Jule.
Dediğim gibi bu kısım yılardır, kapitalizm, sosyalizm ve insanın doğası üzerine yaptığınız yüzlerce tartışmaya benzemektedir. Sığ bir tartışmadan öteye geçmez zaten.
Kapitalizmin insanları mutsuz yaptığını, böylece daha fazla tüketime ittiğini anlatır Jule.
Jan ise Jule' e şu soruyu sorar. "Onlar, onlar diyorsun, peki kim onlar? Yani yöneticiler ve politikacılar karanlık odalarda buluşup, "Hadi onları tecrit edelim, daha fazla tüketirler ve direnmeye son verirler." dediklerini mi düşünüyorsun?"
Jan insanın doğası ve yapısı gereği böyle bir sistem oluştuğunu savunurken, Jule ise bu sistemin kapitalizmin yarattığını onun prensipleri olduğunu savunur."
Jule, sosyal hayattaki adaletsizliği kapitalizme bağlarken Jan ise bunu insanın doğasında olan rekabete bağlar. Rekabet neticesinde ise güçlü olanın hayatta kalacağını ve bunun da insanlığın ve doğanın genel yapısı olduğunu savunur.
Jule ise rekabet edenin değil, işbirliği içinde olanın kazanacağını savunur. Buna örnek olarak da Neanderthal' lerin rekabet ettiği için yok olduklarını, Cro-Magnonlar' ın ise işbirliği içinde yaşadıkları için atalarımız olduğunu anlatır.
İlerleyen sahnelerde sosyal mesajlara yer verilir. Jule, üretilen buğdayların tamamı doğru kullanılsa dünyada aç insan kalmaz der ve cebinden bir harita çıkarı ve Afrika' da bir yer gösterir ve burada üretilecek güneş enerjisi ile bütün dünyanın enerjisi sağlanabilecek iken halen daha fosil yakıtların kullanıldığını anlatır.
Ve karavana dönüp, yolculuklarına devam ettiklerinde ikinci bölüm tartışmaları başlar. Evlilik, bağlılık ve sek* üzerine.
Jan, çok eşliliği savunur, Jule ise aşkı. Jan, mutlu evliliklerin sırrının sek*te olduğunu savunurken, Jule ise mutlu evliliği aşka ve tutkuya bağlar.
Jan öpüşürken insanların birbirini kokladığı hatta bu kokunun burunlarının altındaki, dudağın hemen üstündeki oluktan koklandığını anlatır. Feromon' un buradan koklandığını söyler. Hatta bir deneyden bahseder. Kadın ve erkeklere bir hafta giydikleri tişörtleri koklatıp, bir erkekten hamile kalmaya en uygun kadının seçildiği deneyden. Bu bölüm, ilişkiler ve se* hakkındaki konuşmalarla doludur.
Bir karavan sabahında, Jule' un meditasyonuyla başlar sahne. Güneşi karşılama meditasyonu yapıyordu ya da sadece Bhujangasana/Kobra duruşu...Bu sahne çok kısa olduğu için tam anlayamadım. Daha sonrasında önce Jan sonra da Jule gizlice birbirlerinin tişörtlerini koklarlar. Yüzlerinde tatlı bir gülümseme belirir. Artık birbirilerine aşık olduklarını anlarlar. İlerleyen sahnelerde bunu birbirlerine itiraf ederler.
Bu sırada Jule, Jan' e hamile olduğunu söyler, ileriki sahnelerde doktor kontrolü sırasında spontan düşük yaptığını öğrenir.
Ve 3. Bölüm başlar.
"Kendinden tatile çık."
Jan "Her zaman kendimizden uzak durmalıyız, yoksa deliririz" der.
Jule' un müthiş sorusu gelir.
"Ama Jan ya kendine kendin diyemiyorsan!"
Bugün size Azra Erhat' ın İşte İnsan adlı kitabından bir bölüm paylaşmak istiyorum. (Bazı yerleri koyuya boyadım. Yazarın kitabında koyu renkli hiç bir yer yok.)
Güzel sözcüğü nerden gelir, bir düşündün mü?
Gözle ilgili, göze ilişen, göze hoş görünene göz-el, güzel diyoruz. Çoğu diller güzellik kavramını görme duyusuna bağlarlar: gözle algılanan nesnenin üstünlüğü güzel sıfatı ile nitelenir. Kimi dillerde bu kavram insanın bazı ilkel eğilimlerinden doğmadır: Latince pulcher, güzel, dinsel bir terim olsa gerek, sürüde en üstünü diye kurbanlık olarak seçilen hayvana veriliyor bu sıfat. Farsça dilber göze değil, gönüle çevriktir, Cermen dillerinde schön parlaklık gösterir, onun akrabası bir sözcük beyaz at anlamına gelir. Bir ulusun görüş kaynağına varmak, düşüncesinin özünü kavramak için onun güzellik anlayışını izlemekten daha aydınlatıcı bir yol tutulamaz. Homeros Priamos'un kızı Laodike'yi şöyle tanımlar. (İl III. 124) :
Güzellikten yana en üstünüydü Priamos'un kızları arasında.
Güzellik diye çevirdiğimiz sözcüğün yunancası eidos' tur. Eidos ne demek? llomeros'tan Platon'a ve Aristoteles'e kadar uzun bir evrim sonucunda Batı düşüncesinin temeline yerleşen bu kavram Yunan mucizesi denilen kültür olayının özüne ışık tuttuğu gibi, bütün belirtilerini de aydınlatır. Eidos görme anlamına gelen bir kökten üremedir. Her türlü algı, algı sonucu anlayış ve bilgi, gözü esas tutan bu süreçle ilgilidir. Nitekim eidon: gördüm, görüş sonucunda varılan durumu dile getiren oida ise biliyorum demektir.
Eidos, Homeros'ta görünüş, insan bedeninin üç boyutla göze görünen biçimi için kullanılır. Ne var ki bu biçim hep bir değer ölçüsü taşır. Eidos, yahut Batı dillerinde FORM diye geçen yunanca morphe yalnız göze hoş görüneni belirtmeye yarar. Form göze hoş görünenin ta kendisidir, güzellik özündedir onun. Güzelin karşıtı ise biçimden yoksun olduğu için biçimsiz, çirkindir. Eidos'un kaynağındaki bu değer ölçüsü bizi dosdoğru Platon'un idea kavramına götürür. Eidos ile idea aynı kökten, aynı anlama gelen sözcüklerdir. Homeros'ta eidos nasıl gözle görünenin üstünlüğünü niteliyorsa, Platon'un düşüncesinde idea akı1'la algılananın en üst aşamasını, yani kavramı tanımlar. "Çoğu nesneler görülür kavranmaz, idealarsa kavranır görülmez" diyor Platon Devlet'te (VI. 507 b).
Azra ERHAT -İşte İnsan
Bir ulusun görüş kaynağına varmak, düşüncesinin özünü kavramak için onun güzellik anlayışını izlemekten daha aydınlatıcı bir yol tutulamaz.
Geçenlerde bir haber okudum. Putin bilim adamlarına talimat vermiş. "Uzun yaşamın sırrını bulun." diye. Yani "Gençliğin sırrını bulun" demiş.
Haberde diyor ki, Putin,
"Rus bilim insanlarına gençleştirici araştırmalarını hızlandırmayı emretti."
Bu haberi duyunca başka bir şey aklıma geldi.
Eski bir Çin imparatoru , tarihteki diğer birçok hükümdar gibi ölümsüz olmak istemiş ve doktorlarından ölümsüzlük iksirini bulmalarını istemiş. Rivayete göre doktorlar ölüm iksiri diye ona zehir içirmişler ve 39 yaşında ölmüş. Diğer bir rivayete göre ise kendisi bu konuda görevlendirdiği elçilerden eskiden çok uzun yaşayan insanların cıva içtiğini öğrenmiş ve içtiği cıvadan zehirlenerek ölmüş.
Blogdaki yazılarıma bir baktım da, hayatımda çok önemli bir yer tutan bir şeyden hiç bahsetmemişim.
Rakıdan.
Her şeyi yazmışım. Ama rakıyı es geçmişim. Aslında neden yazmadığımı biliyorum da. Herkes biliyor da...
Neyse....
Bana soruyorlar rakı neyle içilir?
Suyla mı? Susuz mu?
Klasik yanıtı vereyim.
Zeki' yle içilir. Sezen' le içilir. Aşkla içilir. Mezeyle içilir. Dostla içilir. Yalnız içilir. Cümbür cemaat içilir. Manzaraya içilir. Efkara içilir. Neşeye içilir.....Sebepsiz içilir....Canın isterse içilir.....
Keyfin nasıl istiyorsa öyle içilir. Yeter ki adabıyla olsun.
Yine soruyor?. Sen suyla mı içiyorsun susuz mu?
Diyorum ki...Ben bardaktaki o beyaz rengi seviyorum.
Mina Urgan' ın bir kitabı var. "Bir Dinazorun Anıları" . Bu kitapta bir rakı masasında Mina Urgan:
"Kalabalık bir grup, Aslanbaşı Lokantasında uzun bir masaya yerleştik. Onlar yiyor içiyor, ama ben, değil içmek, ağzıma bir lokma ekmek bile koyamıyordum. Sevgili konuklarıma hiçbir şey belli etmemek zorundaydım. Ama iskemlemden nerdeyse yere düşecek kadar bitkindim. Önümde iki bardak duruyordu. Birinde az su, ötekisinde çok su vardı. Az suyu olan bardak. sözde rakıydı. "Ne o? Artık rakıyı susuz mu içiyorsun?" diye şaştılar arkadaşlar. "Evet" dedim ve bitkinliğime karşın, politik bir yanı da olan küçük bir söylev verdim:
"Eskiden rakı böyle içilirdi. Çok küçük rakı kadehleri vardı. O küçük kadehten önce rakı içilir, üstüne soğuk su içilirdi. İngilizler, viskiyi susuz sodasız içerler. Ancak o görgüsüz Amerikalılar viskiye buzlu su ya da soda katar. 1940'lı yıllarda Missouri gemisinin İstanbul limanına demir atmasıyla birlikte, biz de onlara öykündük, rakımıza su kattık. Zaten biliyorsunuz, bizim yaşam biçimimiz, Missouri' den önce, Missouri' den sonra olarak ikiye bölünür. Missouri savaş gemisinden sonra, bizler milli içkimizin tadını bozduk. Ne var ki, dostum Cahit Kayra, bu yanılgıya asla düşmedi. Akşamları bir tek içer ama, susuz içer o teki. Ben de onun gibi yapacağım bundan böyle."
Mina Urgan' ın bahsettiği (Çok küçük rakı kadehleri vardı.) rakı kadehi Osmanlı döneminde kullanılan "Leylek Boynu" adı verilen dar kadehlerdir. O dönemlerde rakılar bu kadehlerle sek içilirmiş. Ardından da boğazı temizlemek için su içilirmiş. Günümüzde rakı bardakları eskiden kullanılan limonata bardaklarıdır. Ben küçük bardaklarla içemiyorum. Yıllarca limonata bardaklarıyla içtiğim için ölçümü onlarla belirliyorum.
Mina Urgan, 1940 lı yıllardan önce rakının susuz içildiğini söylese de suyla içildiği yönünde de bilgiler var.
![]() |
Leylek Boynu Bardak |
Gönlünü ilk önüne çıkanYaz seferine bağlamışsındırVurunca dibine sakız rakısınınBiraz da ağlamışsındır
DokunsalarAğlayacaksınAma hiç dokunmuyorlarBiçare bakan gözlerin bırak kanasınGücüne gitsin şarkılarAnason kokarken sofralarYaşlandırıyor seni aynalarHer geçen yıl birer birerMasadan eksiliyor dostlarAnason kokarken sofralar
Her konuda biraz tutucu genç bir doktor tanırım. Her nedense benim merakım da bu delikanlıyı siyasal görüşlerini ileri sürerek şok haline getirmek. Ne var ki, memlekette siyasal durumun berbatlığından ötürü genç doktorun bile aklı biraz başına geldiğinden, bunu başaramadım. Hatta beni onayladı nerdeyse. Bunun üzerine, çok katı ahlaksal ilkeleri savunduğunu bildiğim için, bazı alışkanlıklarımı anlatarak şunun damarına basayım diye düşündüm: Emekliliğimden beri akşamcı olduğumu, her akşam mutlaka içki içtiğimi açıkladım övünürcesine. Delikanlı, "ne kadar içiyorsunuz hocam?" diye sordu kaşlarını çatarak. Ben de o sırada bir yalan uydurup, büyük bir şişe içtiğimi söyleyemedim. "İki, bilemedin üç tek" diye yanıtladım bu soruyu. Bir de baktım, delikanlının sert yüzünde gülücüklerbelirdi. "Aman ne iyi yapıyorsunuz. Dr. Todd'un ilacıdır bu" demez mi! Fena halde bozuldum. "O da ne demek?" diye sorarken, kaşlarını çatmak sırası bana gelmişti. Meğer İngiltere' de bir Dr. Todd varmış. İçkiden hoşlanan yaşlı hastalarına sinir ilaçları, uyku hapları vereceğine, akşamları yarım bardaktan biraz fazla viski verirmiş. Bütün içkiciler de can atarmış Dr. Todd'un koğuşunda yatmaya. İlkin buna inanmadım, tanıdığım hekimlere sordum. Dr. Todd literatüre geçtiği için, hepsi biliyorlardı bunu. Az içkinin damarları açtığını, tıkanmaları önlediğini, kalbe iyi geldiğini açıkladılar bana. Böylece doktorların icazetiyle, her akşam iki tek rakımı içmeye devam ediyorum ve ihtiyarlığın nimetlerinden biri sayıyorum bunu.
Avustralyalı doktorlar zehirlenen bir hastayı hayatta tutmak için damardan votka verdiklerini açıkladılar. Ülkenin kuzeydoğusundaki Queensland eyaletinde doktorlar, intihara teşebbüs ederek büyük miktarda zehirli madde yutan İtalyan turistin, votka sayesinde kurtarıldığını söylüyorlar.Doktorlar, etilen glikol içen 24 yaşındaki hastaya, normal koşullarda saf tıbbi alkol verilmesi gerektiğini, ancak hasta geldiği zaman hastane deposunda tıbbi alkol bulunmadığı için votka kullandıklarını belirtiyorlar.Tedaviyi uygulayan doktorlardan Todd Fraser, Avustralya'daki ABC televizyonuna yaptığı açıklamada "Hastaya yoğun bakım ünitesinde kaldığı üç gün boyunca serumla votka verildiğini" söyledi.Dr. Fraser, "Neden votka kullanmak zorunda kaldığımızı anlattığımızda, alışılmamış da olsa bu yönteme başvurmamızı hastane yönetimi de anlayışla karşıladı" diyor.Doktorlar ayrıca, hastaneye geldiğinde bilincini kaybetmiş durumda olan hastanın, uyanana kadar votka nedeniyle oluşabilecek baş ağrısının da tümüyle geçmiş olduğunu söylediler.İtalyan hastanın, hastanede iki ay önce tedavi edildiği ve sağlığına tekrar kavuştuğu bildiriliyor.Ancak hastanın tedavi edilme yöntemine ilişkin ayrıntıların açıklanması için bugüne dek beklendi.
Bir şairin, bir mimarın, bir avukatın ya da sadece bir mahalle arkadaşının ne söylediği kadar nasıl söylediği önemlidir. Rakı yalnız içilmez çünkü rakı içilirken insan konuşmak ister. Ve bazen dinlemek… Aydın Boysan
Her sabahki yolumdan kızımın okuluna doğru arabamla gidiyordum. Çankaya Köşkü' nün oradan Bulvara girdim. Bu yolu bilmeyenler için söyleyeyim, Uğur Mumcu Caddesinden sonra devamı olan Çankaya Caddesi' nden yolun bitiminde sağa dönerek Atatürk Bulvarı' na giriş yapıyorsunuz. Atatürk Bulvarı' nın en başı burasıdır. Yokuş aşağı iniş vardır. Bulvar' a girdiğinizde Çankaya Köşkü' nün ana kapısı tam arkanızda kalır. Sağ tarafınızda Seymenler Parkı, aşağıda sol tarafınızda İnönü Parkı bulunur. Farabi dönüşünü geçtikten sonra Kuğulu Park Alt Geçidi' ne giriş yapılır. Bu yol sabahın erken saatlerinde bile kalabalık olur.
Ben de her zamanki saatlerde yokuş aşağı indim. Alt geçit girişinde trafik tıkalıydı. Eğer burada sol şeritte kalırsanız köprü üstünden Tunalı Caddesi' ne giriş yaparsınız. Genelde böyle bir tıkanıklıkta kurnaz(1) araç sürücüleri, orta ve sağ şeritte köprünün altına girmek için sıra bekleyen araçların önüne geçmek için bu boş olan sol şeride girerler ve alt geçit girişinde bekleyen araçların önüne direksiyonu kırıp köprü altına sırada bekleyen bütün herkesin hakkını çiğneyerek girerler. Maalesef bu sürücülerin sayısı o kadar fazladır ki, bu yolu sürekli kullanan insanlar da o kadar bıkmışlardır ki sadece bir iç çekişiyle yollarına devam ederler.
Bu sabah ben de sıkışmış trafikten dolayı köprü girişine üç beş araba kala, frene basmış bekliyordum. Sol şeritten gelen araçlar burunlarını sokmuşlar trafiğin ilerlemesini bekliyorlardı, Bekleyen kurnazlardan(saygısızlardan) biri dikkatimi çekti. Bu araba ben Uğur Mumcu'da, bitmeyen otelin oradaki ışıkta beklerken, sağa dönüş yolunu kapatmış, market için bagajından sebze, meyve indiriyordu. Sağa dönmeye çalışan belediye otobüsü şoförü de veryansın kornaya basıp, adama -muhtemelen- küfürler savuruyordu. Yolcular ayağa kalmış, camdan adama bir şeyler söylemeye çalışıyorlardı. Herhalde işe geç kalacaklarını.... Adamın umurunda değildi. O işini hızlıca yapmak yerine kaldırımdaki başka bir adamla sohbet ediyor, eliyle de "Ne acele ediyorsun? Bekle geliyoruz işte. " cinsinden hareketler yapıyordu otobüs şoförüne. Artık sağa dönüş ışığı da kırmızıya dönmüştü. Adam sakince gelip Doblo' sunun bagaj kapaklarını kapattı. Otobüse ters bir bakış atıp aracına bindi. Işık kırmızıyken bastı gitti. Arka camdaki yazı dikkatimi çekti. "Bu da mı gol değil?" yazıyordu. İçimden sen ancak kendi kalene gol atarsın dedim.
İşte o araba nasıl olduysa arkada kalmış şimdi de sırada bekleyen herkesin önüne kaynak yapmaya çalışıyordu. İstediğini yaptı da. Trafik ilerler ilerlemez, bastı gaza hepimizin önünden yoluna devam etti. Daha sonrasında da bir o şeride bir bu şeride girerek, herkesi tedirgin etti.
Kızımın okuluna geldiğimizde, onu okula bıraktıktan sonra arabama geri döndüm. Tam kapıyı açacaktım ki, önümdeki arabayı fark ettim. Bizim adam. Bagajdan birkaç kasa malzeme indirmiş, restoranın önündeki çalışanlarla sohbet ediyor. Camdaki yazıyı tekrar okudum. "Bu da mı gol değil?
Arabamın lastiklerini kontrol ediyormuş gibi yapıp konuşulanları dinlemeye çalıştım. Zor değildi. Caddenin başındaki adamın bile duyacağı şekilde bağıra bağıra konuşuyordu.
"Yiğenim, Sorma valla. Eşek gibi gece gündüz demiyom, çalışıyom. Valla sabahın göründe kalkmışım. Oraya zebze götür, buraya meyve götür, Patron desen üç guruş para veriyor. Hakkmız bu mu gardaş bizim. Valla hakkımı helal etmiyorum." diye dert yanıyordu.
İçimden, bu senin oluşturduğun Karma' n diyerek arabama bindim.
Önder Güngör / 1 Haziran 2025/ Ankara
Geleneksel olarak, şamanlar yolculuklarıyla ilgili törenler ve ritüeller yaratmışlardır. Yalnızca belirli bir amaç için ve belirli bir niyetle yolculuk yapmışlardır. Şarkı söyleyerek ve dans ederek kendilerini hazırlamak için zaman ayırırlar; böylece zihinlerini boşaltarak evrenin gücü için gerçek bir araç ya da “içi boş bir kemik” haline gelirler.
İlk yolculuğunuzu yapmaya hazır olduğunuzda, yolculuk için açık bir niyet ve bir amaca sahip olduğunuzdan emin olun. Eğer aklınızda bir soru varsa, sorunuzu birkaç defa tekrar edin. Bir niyet belirlemeden yalnızca uzanıp davulu dinlerseniz güçlü bir yolculuk yapabilseniz bile çoğu insan niyet belirlemeden yolculuk yaptıklarında deneyimlerinin bulanık ve bağlantısız olduğunu bildirmişlerdir. Her türlü ruhsal uygulamanın anahtarı, -şamanik yolculuk veya meditasyon olsun- konsantrasyondur. Yolculuklarınız esnasında konsantre olmayı öğrenmek ve zihinsel konuşma veya gündelik yaşamın endişeleriyle dikkatinizin dağılmasına engel olmak önemlidir.
Şamanik Yolculuk / Sandra Ingerman
Bir inat ağrısı var sol tarafımda. Çalan kapıyı açtığımda, kimsesizlik var ardında. Islık çalarak toplamışım bütün şeytanları başıma, kaçırmışım melekleri. Alp' lerin yamaçlarında üflemişim flüte. Arkamdan gelen Pan eşlik etmiş müziğime. Bir kaç kadeh karışmış kanıma.
....
Bir dağın tepesine çıksam, rüzgara kollarımı açsam temizler mi kalbimin kurumlarını? Alır götürür mü onları? Yoksa beni mi alır, atar önüne?
Ağzımdan çıkan kötü sözler, birer cam kırığı olsa, doldurur mu evimdeki çöp kovalarını?. Akıtmaya kalksam zehrimi, ne kadar zehir saçarım senin damarkarına.
Bir toprağa zeytin ağacı diksem, Agron' un kaderini yaşar mıyım? Dönüşür müyüm yağmur kuşuna.?
Elimdeki fırçayı beyaza çalsam sonra da siyaha katsam, beyaza döner mi saçlarım.
İçimden tekrarlasam. Kırk kere söylesem. Ne olur acaba?
.....
Bu aralar insanların benden neler duyduklarına dikkat ediyorum, nasıl tepki verdiklerini izliyorum, Söylediklerimi algılayıp, algılayamadıkları ile ilgileniyorum. Buna göre ne kadar konuşmam gerektiğine karar vermek istiyorum.
Elimdeki demir parayı havaya fırlatıyorum, yere düşünceye kadar kaç tane farklı şeyi aklıma getirdiğimi saymaya çalışıyorum. Bu zihnimi izlememi sağlıyor.
Duvardaki resmi izlerken, bir ok görüyorum köşesinde;
Halbuki sadece Eros' un oku yok. Apollon' un da var. Artemis' in de. Artemis' in oku kadınları öldürüyor, Apollon' unki erkekleri. Ama Eros' un oku öyle mi? İki kalbi birleştiriyor. Oysa hepsi ok değil miydi?
Bir nefes, bir nefes daha alıyorum.
Rüzgar tekrar essin istiyorum.
Önder Güngör / Ankara / 29 Mayıs 2025
Meşhur bir hikaye vardır.
Adamın biri çok zenginmiş ama yaşamından hiç zevk alamıyormuş. Hayatından o kadar bıkmış ki hayatın anlamını aramaya karar vermiş. Aynı kitaptaki gibi her şeyini satmış ve hayatın anlamını bulmak için etrafındaki bilgelere başvurmuş. Tibet' e gitmesi gerektiğini söylemişler. Tibet' teki en ünlü tapınaklara gidip oradaki Budist Rahiplere başvurmuş Her rahip başka bir rahibe göndermiş. En sonunda bir rahip demiş ki "Hayatın anlamını bilen bir keşiş var ama çok yüksek dağlarda yaşıyor."
Adam o keşişi bulmak için aylarca dağlarda dolaşmış. En sonunda bir mağara önünde keşişi bulmuş. Koşa koşa yanına gitmiş. Keşiş lotus duruşunda meditasyon yapıyormuş. Önünde de bir kase kiraz varmış.
"Ey yüce bilge!" demiş. "Bana hayatın anlamını söyler misin?"
Keşiş gözlerini açmış. Adama bakmadan.
"Çok basit" demiş." Hayatın anlamı bir kase kirazdır" diye eklemiş.
Adam şaşkın halde. Nasıl yani? Ne demek bir kase kiraz." Sonra da bağırarak devam etmiş. "Ben çok çok zengin bir adamdır. Hayatın anlamını öğrenebilmek için bütün malımı mülkümü sattım. Günlerce Tibet' te dolaştım. Bu dağda seni bulabilmek için aylarca aradım. Sen hayatın anlamı bir kase kiraz diyerek ne saçmalıyorsun öyle." demiş
Rahip başını adama doğru çevirmiş.
"Gözlerimi açtığımda önümde bir kase kiraz vardı." demiş. Sonra da devam etmiş. "Hayatın anlamı gözümüz açtığımızda önümüzde gördüğümüz her şeydir. " demiş.
Ankara / 27 Nisan 2025
BBC Earth'de Ben Fogle' un "Münzevilerin Yaşamı" diye Türkçe' ye çevirdiğim (Bazı çevirilerde "Yabandaki Hayat", "Vahşi Hayat" gibi çevirileri de var belgesel adının. "Vahşilerin Yaşamı "çevirisini sevmiyorum.) belgeselini severek izlerdim. Halen daha da izliyorum.
Ancak son zamanlarda Youtube' da izlediğim bazı kanallar BBC Earth' de izlediğim pahalı yapımlardan daha çok ilgimi çekiyor. Örneğin MuratCA.
Murat, Ege' nin çeşitli köylerinde kendisine yaşam kurmuş, yaratıcılık hikayeleri olan, izleyene ilham veren ve yaşam akışını değiştirebilecek hayatları gözler önüne seriyor.
Murat' ı izlemeyi seviyorum.
En son video içeriğini alta bırakıyorum.
Ayhan Çilingiroğlu' nun anılarını anlattığı bir kitabı var. Kitapta 1934-2014 yıllarına ait siyasi, toplumsal, ekonomik olaylara değinilmiş.
Ankara ile ilgili küçük bir bölümü aşağıya bırakıyorum.
1934 yılında Van’dan Ankara’ya geldiğimizde ben dört yaşında idim. Babam en büyük kardeşimiz Firuz’u Ankara Erkek Lisesi’nin ortaokul kısmının birinci sınıfına kaydettirilmiş. Ankara Erkek Lisesi, bugün İbni Sina Hastanesi’nin bulunduğu yerde idi ve o binaya Taş Mektep de denilirdi. Ankara taşından yapılmıştı. Ankara Numune Hastanesi de o tepeye inşa edilmişti. 1940’lı yılların başında Ankara’nın yeni gelişmekte olan semtinde, Yenişehir’de günün koşullarına uygun projelendirilmiş, geniş bahçesi, spor salonu, konferans salonu olan kalorifer ile ısıtılan bir lise binası yapılmak kararı alınmış. Adı da değiştirilerek Ankara Atatürk Lisesi öğretime başlamış. O yıllarda Ankara’da ortaokul binaları yapılıyor ve hatta sıra numarası ile o okullara isim veriliyordu. Kurtuluş semtinde Birinci Ortaokul vardı. Anafartalar Caddesi yakınında çukur bir mekânda İkinci Ortaokul vardı ve Necla Ablam sonra o okulun öğrencisi olmuştu. Üçüncü Ortaokul Ulus Meydanı’ndan Dışkapı’ya giden caddenin üzerinde ufak bir bina idi. Vecihe Ablam oradan mezun olduktan sonra Ankara Kız Lisesi’nde eğitimine devam etti idi. Hamamönü semtinde benim ilkokulum İnönü İlkokulu’nun yakınında Ankara Dördüncü Ortaokulu inşaatına başlanıldığını hatırlıyorum. Tam karşısında Ankara Doğumevi inşa edilmesi de aynı zamanlara rastlar.
Ayhan Çilingiroğlu / Seksen Yıl 1934-2014 (Kesitler)
Bir başka alıntı: https://cebeciortaokulu.meb.k12.tr/icerikler/okulumuzun-tarihcesi_14175785.html
1937 yılında Ankara’da üç tane ortaokul vardır. Bunlardan birincisi, bugünkü Kurtuluş İlköğretim Okulu binasında eğitim öğretim veren BİRİNCİ ORTAOKULU, ikincisi bugünkü Anafartalar Lisesi’nin bulunduğu yerdeki küçük bir binadaki İKİNCİ ORTAOKUL, üçüncüsü de yine bugünkü Numune Hastanesi’nin bulunduğu yerde “Taş Mektep” diye adlandırılan binadaki ÜÇÜNCÜ ORTAOKUL idi.
![]() |
İsmet İnönü Ortaokul |
![]() |
Taş Mektep, Daha sonra yıkılarak yerine Yüksek İhtisas Hastanesi yapılmış. |
![]() |
Taş Mektep/ Namazgah Mezarlığından görünüm |
Cebeci Ortaokulu
Bazen merak ederim: Nasıl başkaldırırsak kaldıralım, kişiliğimiz gerçekten kendi kişiliğimiz mi, yoksa yalnızca başkalarının bizde var olduğunu söyledikleri kişilik mi? Öğretmenler ve ruhbilimciler olarak .. insan olmanın öğrenildiğini biliriz. Öğretenlerimiz kimlerdir? İlk öğretmenlerimiz ana ve babalarımız, ailemizdir. Eğer hala çocuk değilsek, artık onları hiçbir şeyle suçlayamayız, çünkü onlar da herkes gibi yalnızca insandırlar. Onların da kendi sorunlan, kendi güçlülük ve güçsüzlükleri vardır. Bize yalnızca kendi bildiklerini öğretebilmişlerdir. Babanız olan o adama ve anneniz olan o kadına gidip «Sizi büt_ün kusurlarınızla birlikte seviyorum.» diyebildiğiniz gün gerçekten büyüdünüz demektir.
Leo Buscaglia / Yaşamak Sevmek ve Öğrenmek
Yukarıdaki resmi twitterda gördüm.
Alttaki yorumlar çok güzeldi.
"Hayatımızdan renkleri çaldılar."
"Rengimiz kaybolmuş."
"1980 ler ne kadar güzel renkli. O zamanın çocukları büyüynce neden renksiz bir dünya yarattı."
"Hayat tüm renklerini kaybetmiş."
"Mutluluk yerini hüzne bırakmış."
"Kamera kalitesi artmasına rağmen renkler kaybolmuş."
Daha bir sürü güzel yorum bırakmışlar bu görselin altına.
Geçen yıl yakın arkadaşlarımın neredeyse tamamı arabasını değiştirdi. Ben ve eşimde değiştirdik.
Galeriye gittiğiniz zaman, zaten istediğiniz modelin sadece bir-iki versiyonu var. Renkler hep aynı; gri, siyah, beyaz ya da bunların acayip adlandırmaları, Bilmem ne beyazı, bilmem ne grisi ve bunlar gibi acayip renkler.
Yani ne arabayı ne modeli ne de renkleri siz seçebiliyorunuz. Ellerinde ne varsa onu satıyorlar. Yıllar önce, Mercedes' te çalışan bir arkadaşım, fabrikadan banttan çıkan arabaları gören işçilerin, her siyah ve beyaz mercedes için bunlar Türkiye' ye gidecek araçlar diye kendi aralarında konuştuklarını anlatmıştı.
Sonuç olarak hem üreticiler hem de biz araba rengi seçiminde maalesef yukarıdaki görselde alttaki park yerindekiler gibiyiz.
Birçok arkadaşım en çok Küba ve Hindistan' a gitmek istiyor. Belki de bunun nedeni ordaki renklerin halen daha duruyor olması olabilir mi?
Yıllar yıllar önce Anadolu'nun bir köyünde iki delikanlı yaşarmış. Birinin adı Demir Ali, diğerinin adı da Topal Memet' miş. İkisi de 17 yaşındaymış. Birer hafta arayla doğmuşlar komşu evlerde. Memet bir ayağı kısa doğmuş. O yüzden de Topal Memet demiş köylüler ona. Ali çocukluğundan beri çok güçlü, kaslı, iri yapılı, geniş omuzlu, uzun boylu gürbüz bir delikanlıymış. O yüzden de Demir Ali demişler ona da.
Kendi köyü ve çevre köylerdeki bütün genç kızlar da namı varmış Ali' nin. Hepsi Demir Ali' yle evlenmek isterlermiş. Köylüler Demir Ali kızları ile evlensin diye sürekli ona hediyeler getirirlermiş. Ali' nin burnu havalardaymış, kimseleri beğenmezmiş. Delikanlıların hepsi de Ali' ye benzemek için ellerinden geleni yaparlarmış. Demir Ali' nin en iyi arkadaşı Topal Memet' miş. Ama Ali herkese yaptığı gibi Memet' e de yukarıdan bakar, topal olduğu için sürekli onu alaya alırmış. Topal Memet' te Ali' ye göre bir o kadar cılız, zayıf, kısa boylu, tıknaz birisiymiş. Ama eli yüzü düzgün yakışıklı birisiymiş ama bu halinden dolayı kimse bakmazmış yüzüne. Yürürken çoğu zaman köy meydanın ortasında toprağa düşüp, yığılı verirmiş. Etraftakiler koşup kaldırırlarmış. Birkaç kez kız istemişler Memet'e ama kimseler razı olmamış. Bazen büyükler karşı çıkmış, bazen de kızlar varmamış Topal Memet' e.
Oysa Demi Ali öyle mi? Ateş yakmış her gönülde.
Günün birinde komşu köyde büyük bir düğün olmuş. Çevre köylerin hepsi davetliymiş. Bütün gençler de doluşmuşlar köye. Hatun bakacaklar kendilerine. Köy meydanında sazlar çalıyor, yarışmalar yapılıyormuş. Her yarışmanın galibi Demir Ali oluyormuş. Bütün delikanlılar Demir Ali' nin çevresinde. Kızlar uzaktan uzağa süzüyorlarmış Ali' yi. Topal Memet köy meydanının kenarında bir taşa oturmuş, sessizce olup biteni izliyormuş. Bir ara kalkmış, kalabalığa karışmaya karar vermiş. Ama tam meydanın ortasına gelecekken yine yığılı vermiş oracığa. Onu öyle gören herkes basmış kahkahayı. Demir Ali' de "İşte bu da büzüm köyün topalı diye" bağırmış çevredekilere.Köylülerden yine bir alaycı bir kahkaha yükselmiş. O sırada yaşlı beyaz sakallı bir dede girmiş Topal Memet'in koluna., kaldırıvermiş ayağa. Kahkahası biten köylüler birbirlerine bakıp, "Kim ki bu dede?" demişler. Hiç bir köyden değilmiş. Dede köyün ileri gelen yaşlılarından da yaşlı, ama güçlü kuvvetli birisiymiş. Memet' i bir çırpıda kaldırmış yerden. Koluna girdiği gibi yürümüş aşağı ormanlığa. Bir yandan da arkadakiler bağırıyormuş Demir Ali sen de gel diye. Ali ne olduğunu anlamadan gitmiş peşlerinden Köyün kenarındaki küçük bir derenin yanında otururken bulmuş dedeyle Topal Mehmet' i. Dede Ali' ye eliyle işaret ederek Memet' in yanına otur demiş. Ali, Memet' in yanına oturur oturmaz, Ali' nin kafasını çekip almış boynundan, sonra da Memet' inkini. Topal Memet' in kafasını Demir Ali' nin boynuna, Demir Ali' nin kafasını Topal Memet' in boynuna takı vermiş. İkisi de korkudan yere yığılıp kalmışlar. Topal Memet kendisini hemen toparlamış. Ayağa kalktığında ağaçlar daha küçük gözükmüş ona. Kocaman boyuyla şaşa kalmış. Adımını attığında sanki yerdeki taşlar eziliyor gibiymiş. Şöyle bir kendisine bakmış. Dağ gibi hissetmiş yeni halini. Eğilip Demir Ali' yi kaldırmış yerden yeni kaslı kollarıyla. Hem de hiç güç harcamadan. Ali kendisine gelir gelmez Memet' in kollarından kurtulup koşmak istemiş ama ilk adımında oracığa yığılı vermiş. "Ne oldu bana diye?" bağırmış. Yerden kalkmaya çalışmış ama bir türlü kalkamıyormuş. Kolları o kada gçsüzmüş ki bedenini taşıyamıyormuş. Yardım istemiş Memet' ten. Memet bir çırpıda kaldırmış Ali'yi. trafa bakarak dedeyi aramışlar. Ama dede yok olmuş gitmiş. Ali bağırmış çağırmış ama sesini kimseye duyuramamış. Sesleri duyan köylüler koşarak dere kenarına gelmişler. Gördükleri manzara karşısında şaşkına düşmüşler.
Ali ve Memet ölene kadar öyle kalmışlar. Memet, Ali' yi her yere sırtında taşımış. İkisi de hiç evlenmemiş. Köylüler yıllarca kuraklıkla boğuşmuşlar. Ali ile Memet' in köyünde ve çevre köylerde hiç çocuk doğmamış. Ta ki köyler terkedilene kadar.
Önder Güngör / 12 Nisan 2025 / Ankara / Çankaya
Bahçede oturmuş kitabımı okuyorum. Okunacak öğrenilecek o kadar çok şey var ki!
Bildiklerimiz öğrendiklerimiz okyanusta bir damla bile değil.
Ama sonuçta her okuduğumuz, her öğrendiğimiz "artı bir" oluyor.
Konfüçyus' un bir söz vardır. "Gerçek ve doğru bilgi, ne bildiğinizi ve ne bilmediğinizi bilmektir."
Okuduğum kitabı daha önce de okumuştum.
Küçük bir bölümü alta bırakıyorum.
Kaçak şifacılar sıradan şifacılardan önemli farklılıklar gösterirler. Onlar yaptıkları işlerde olağanüstü başarılıdırlar ama iç dünyalarına baktığınızda büyük bir boşluk ve kaos görürsünüz. İçlerindeki tüm enerji, iyileştirdikleri kişilere ve olaylara akıp gider; kendilerine ayıracak zamanları yoktur.
Kaçak şifacıları tanımlamanın en iyi yolu, onlara kendileri için ne yaptıklarını sormaktır; dinlenmek ya da kendilerini iyi hissetmek için ne yaptıklarını sormaktır. Sıradan şifacılar böyle bir soruyla karşılaşınca hiç duraksamadan koca bir liste dökerler. Kaçak şifacılarınsa ya dilleri tutulur ya da içinde bencillik olmayan misyonlarını anlatmaya başlar.
.....
Kaçak şifacılar başka insanların acı içinde olmasına dayanamazlar. O kişilerin rahatsızlıklarına bağlı öğrenebilecekleri dersler olduğunu tamamen göz ardı ederek onları kurtarmaya girişirler. Kaçak şifacıların niyetleri iyidir ama sonuçta çözülemez bağımlılıklar yaratırlar çünkü iyileştirmek zorunda ve arzusunda oldukları için olayları akışına bırakamazlar. Sürekli yeni misyonlar yaratmak, yeni adaletsizlikler bulup üstüne gitmek ihtiyacındadırlar. Genellikle de işe sizin hayatınızdan ve çektiğiniz sıkıntılardan başlarlar.
Kaçak şifacılığın ardında yatan temel itki dünyayı acıdan kurtarmak gibi görünse de aslında bunu gerçekleştirmeye çalışanlar kendi acılarının hatırasından kurtulmaya çalışmaktadırlar.
Alıntıladığım kitap Karla McLaren' in Aura ve Çakra Kullanma Kılavuzu
01 Nisan 2025 / Akçay Güre Sahili