Tarih: Nisan 08, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Nakıp Ali’ yi de geçti.

Nakıp Ali’ yi de geçti.

Nakıp Ali kimdir?

Tanımıyorum. Bilmiyorum.

Nakıp Ali


İlk kez önümdeki Mayıs 1969 tarihli Varlık Dergisi’ nin 740’ ncı sayısından okuyorum. Ülkü Tamer’ den. Nakıp Ali Öldü başlıklı yazı.

İnternetten araştırıyorum. Hakkında birkaç yazı var. Hepsini de Ülkü Tamer yazmış. Başka tanıyan da yok herhalde diye düşünüyorum. Ancak sonrasında Nakıp Ali Sinemaları başlığını görüyorum.

Asıl adı Mhemet Ali Nakıpoğlu. Namı diğer Bombacı Ali. 1 Nisan 1969’ da ölmüş. Ertesi ay yayımlanan Varlık Dergisi’ nde Ülkü Tamer yazmış. Önümdeki dergide o.

“Yedi-sekiz yıl oluyor. “Yeni Melek” sinemasında bir film seyrediyordum. Ansızın film koptu, ışıklar yandı. Biraz sonra yeniden başladı. İki dakika sonra yeniden koptu. O sırada üst balkondan biri bağırdı!

-          Nakıp Ali’ yi de geçti.

Yanımdaki arkadaşım.

-          Ne dedi? diye sordu.

-          Nakıp Ali’ yi de geçti dedi, diye cevap verdim.

-          Nakıp Ali’ yi mi?

-          Evet, Nakıp Ali’ yi.

Çok olağan bir sesle söylemiştim bunu. “Herhalde çok ünlü biri bu Nakıp Ali, benim bilmemem ayıp,” diye düşünmüş olacak, kim olduğunu sormadı Nakip Ali’ nin. Ben de bir şey demedim.”

Böyle bir girişle başlamış yazıya Ülkü Tamer. Bu anısını birkaç yerde daha yazmış. Yazı devam ediyor.

“Nakıp Ali geçenlerde ölmüş. Güneye sinemayı ilk getiren adam. “Yılmaz Ali” nin afişinden “King Kong” un afişine kadar bana bir sürü afiş veren adam. “Parasını babam verecek” deyip, sinemasının kapısından içeri daldığım adam. Ölmüş.”

“Küçüktüm Nakıp Ali’ nin sinemasındaydım yine. Filmden önce, “Gelecek Program” gösterilirdi. Güzel bir filmdi. Görmek istiyordum. İki gün sonra İstanbul’ a gidecektim. O filmi görmemek çok üzecekti beni.

-          Ben de şans yok, dedim Nakıp Ali’ ye. Gelecek hafta yerine bu hafta oynasaydı bu film ne güzel görecektim.

Ertesi gün beni çağırttı. Sabahleyin erkenden benim için oynattı o filmi. O filmi oynatarak bir çocuğu sevindiren adam ölmüş.”

“Biraz daha büyüdüm. İstanbul’ un sinemalarını biliyordum artık. İstanbul’ un sinemalarının kapılarına koca koca afişler asılıyordu. Bir yaz Gaziantep’ e gittiğimde, Nakıp Ali sinemasının kapısına asılsın diye kocaman bir afiş yaptım. Toprak boyayla. “Zeytikliklerin Altında Sükun Yok” un afişini. Sonra katlayıp, götürdüm. Ne bileyim ben…Katlayınca bütün boyaları dökülmüş afişin. Renkler, yazılar birbirine girmiş. Ben üzülmeyeyim diye o berbat afişi sinemasının kapısına asan adam ölmüş.”

Ülkü Tamer’ in hem bu yazısında, hem de daha sonraları kaleme aldığı bir çok yazı da Nakıp Ali ile ilgili bir çok anısı var.

Çocuklar kendisine yapılanları hiç unutmuyor. Küçük bir çocuğu sevindiren adam ölümünden sonra defalarca hatırlanmış ve her seferinde Ülkü Tamer tarafından hakkında bir şeyler yazılmış.

Nakıp Ali için şunları söyleyebilirim. Daha önce bu blogtaki yazılarımdan birinde bahsetmiştim. Bir diyabet toplantısındaydım. Bir üniversitenin diyabetik ayak bakımı için açtığı servisi dolaşmış, ardından toplantıya katılmıştım. Toplantıda servisi açmak için uğraş veren hoca şunları demişti. “Türkiye’ de iyi olan bir çok şey kişisel uğraş ve çabalar sonucu yapılmaktadır.” Gerçekten de öyle. Bir Nakıp Ali,  kişisel uğraşı ve emeği ile Gaziantep’e sinema getirmiş, herkesi daha okuma yazma bilmeden sinemayla tanıştırmıştı.

….

Not:  Nakıp Ali'yi anlatan en önemli film Kadir İnanır'ın başrolünde olduğu Memduh Ün filmi "Bir Mucizedir Sinema"(2005) Ayrıca İz TV  tarafından hazırlanmış bir belgesel var. İkisini de seyretmedim. Seyredince paylaşırım.

………

 

Küçüklüğümde sokağımızda oturan yaşlı bir adam vardı. Her bayramda sokaktaki çocukların tamamına leblebi şekeri dağıtırdı. Kese kağıdı ile aldığı şekerleri gazete kağıdından yaptığı külaha doldurur hepimize eşit şekilde paylaştırırdı. Adını hatırlamıyorum. Kim olduğunu da bilmiyorum. Ama külahtaki şekerleri cebime koyduğum anı çok iyi hatırlıyorum.

Çocuk sevindirmek ayrı bir şey.

 

Önder Güngör / Ankara / 08 Nisan 2021

Tamamını oku
Tarih: Nisan 04, 2021 Yazar: Yorum: 0 yorum

Kaya

 2017 yılıydı. Bir sabah iş yerime çok erken saatlerde gelmiştim. Dinlediğim bir şarkıdan etkilenerek birkaç paragraflık bir hikaye uydurmuştum. Sonra da bloğumda yayınladım. Hikaye önce bazı facebook gruplarında yayımlandı. Nasıl mı? Kopyalayıp, yapıştırıp, kaynak belirtmeden. Hatta hikayemin başında, “Bu tamamen uydurma bir hikayedir. Gerçek değildir. “ bölümü alıntılanmadan. Daha sonra gazete köşelerinde. Hatta insanlar şarkının gerçek öyküsü diye her yerlerde paylaştılar. Şair’ in ansına saygısızlık yaptığımı düşünerek, hikayeyi blogtan kaldırdım, daha sonra da bloğu kapattım. Artık uyduruk bir hikaye bir şairin gerçek yaşantısı olarak ortada dolaşmaya başlamıştı. Çok üzülmüştüm. Daha sonra bu bloğumda hikaye yazmayı bıraktım. Şimdi ise yeni bir tane yazdım.

Aşağıdaki hikaye, hayali bir hikayedir. Gerçek değildir. Bazı tarihi olaylar gerçeklik içermektedir. Ancak kişiler ve kişilerin yaşadığı olaylar tamamen hayalidir. Kopyalayıp, başka bir yerde yayınlayan arkadaşlar lütfen bu bölümü de kopyalasın.




15 Mayıs 1919. Sabah saat 08.30.

Nuri ve kayınpederi hükümet binasının önünde karaya çıkmış Yunan askerlerini izliyor. Kalabalık bir grup toplanmış etrafta koşuşan Yunan işgalcilere bakıyor. Herkes de büyük bir öfke. Bağırsan atılacaklar ileriye.

Askerlerin eşyalarını taşımasına yardım eden, komutanlarıyla konuşan, elleriyle çevredeki binaları anlatan bir takım insanlar var. Nuri bunların hemen hemen tamamını tanıyor. Bunlar İzmir’ in yerlisi Rum ve Yunan kökenliler.

Yunan komutana elindeki kağıttan bir şeyler göstermeye çalışan adam Agop Efendi. Rum’ dur kendisi. Daha geçen ay Hatice’ yi istemeye onunla birlikte gitmişlerdi. Nuri babasını ve annesini küçük yaşlarında kaybetmişti. Akrabaları vardı ama ilk başlarda Hatice’yi Nuri’ ye vermek istememişti babası. O da Agop Efendi’ den rica etmişti. Sen git ikna et babasını demişti. Agop Efendi’ yle birlikte Hatice ‘yi istemeye gitmişlerdi. Tamam demişti babası. “Ama şartım var. İşine gücüne bakıp, para kazanacak. Hatice’ me iyi bakacak. Ona göre ha.” demişti. Nuri 19 yaşındaydı. Hatice 17’sinde. Hatice’ de annesini 4 yıl önce kaybetmişti. Baba kız, bu beklenmeyen ayrılığı birbirlerine sıkıca sarılarak atlatmışlardı.

İzmir halkı, sabahın erken saatlerinde, birkaç haftadır şehirde dolaşan dedikodu nedeniyle Hükümet Bina’ sının önünde toplanmıştı. Kimileri Pasaport’ ta, kimileri Konak Meydanı’ndaydı. Nuri ve müstakbel kayınpederi, Saat 07.00 civarında ufukta dumanlar görmüşler ve dumanlar yaklaşarak bir kara bulut halini almıştı. Yunan, İngiliz, İtalyan ve ABD bayraklı gemiler limanı karartmışlardı. İzmir, bu güzel bahar sabahı, kapkara bir güne uyanmıştı. Güneş vardı ama artık ortalığı aydınlatmıyordu. Isıtmıyordu da. Mayıs ayında soğuk bir İzmir günüydü. Büyük bir öfke dalgası şehrin üzerine çökmüştü. Hele Yunan işgalcilerin, dün gezdiği yollarda yürüdüğünü gören halkın öfkesi bedene sığmıyordu. Öyle bir öfkeydi ki bu, bir patlasa günlerce ateşi sönmezdi.

Yıllarca birlikte yaşadıkları Rum kökenli komşuları, ellerindeki kağıtlarla hangi evlere yerleşilmesi gerektiğini, hangi evlerin yağmalanması gerektiğini Yunan komutanlara anlatıyor, onların verdiği bilgiler doğrultusunda Yunan birlikleri oralara doğru yöneliyorlardı.

Toplanan kalabalığın arasındaki Nurive kayınpederi olup biteni öfkeyle izlemeye devam ediyorlardı.

Tam o sırada bir silah sesi duyuldu. Nuri, silah sesinin nereden geldiğini anlamamıştı. Kayınpederinin de kolundan çekip yere yattı.  Ardından Yunan işgalcilerin silah sesleri… Her taraftan kurşunlar geçiyordu. Ateş rastgele açılıyordu. Hedef gözetilmiyordu. Hemen yanı başındaki insanlar patır patır yere düşüyor ve canlarını teslim ediyorlardı. Hükümet binası kurşun yağmuru altındaydı. 

Kimin ateş ettiği anlaşılmamıştı. Ateş sesleri kesildi.

Yunan işgalciler bazı evlere girip, evleri yağmalayıp insanları dışarı çıkarıp, “Çok yaşa Yunanistan” diye bağırmalarını istiyor, bağırmayanları öldürüyorlardı. Her şey bir anda olmuştu. Ama saatlerce sürdü. Nuri ayağa kalktığında, yerde yatan yüzlerce kişinin ölü bedenleriyle şok olmuştu. Birçoğu tanıdığı bildiği insanlardı. Gözünde yaş birikti ama damlamadı. Yerde yatan cansız bedenler Yunan işgalciler tarafından tekmeleniyor yeniden süngüleniyordu. Kayınpederi yerde yatıyordu.  Eğilip, onu kaldırmak istedi ama adamcağız gözünden vurulmuştu. Bir kurşun yarası da boynunda. Nefes almıyordu. Nuri yere çöktü, aklına Hatice geldi. Hatice, babası için ölürdü. Ama şimdi babası yerde cansız yatıyordu. Nuri’ nin gözündeki damla düştü. Her ihtimale karşı cebinde taşıdığı silahı çıkardı. Bu silahın karşısındaki işgalcileri değil, kendisini öldüreceğini biliyordu. Karşı kaldırımdaki komutana doğru koşmaya başladı ve silahını ateşledi. Bir daha, bir daha. Kimse ne olduğunu anlamadı. Komutan omzunu tutarak yere düştü. Yanındaki iki işgalci askeri de kalbinden vurmuştu. Silahı yere atıp koşmaya başladı.  Arkasından silah sesleri. Sonrada Agop Efendi’ nin sesi. “Nuri bu. Koşun koşun yakalayın.”

Nuri hızla Kemeraltı’ na girdi. Ara sokaklara girerek koştu, koştu. Evine varınca birkaç eşyasını alıp, hemen alt sokaktaki Hatice’ lerin evine gitti. Hatice’ lerin mahalleye kara haber çoktan ulaşmıştı. Ancak o sadece Yunan işgalini duymuştu. Daha Hatice ne oluyor diyemeden kolundan tuttuğu gibi, onu da yanında sürükledi. Yolda, tenha bir sokak arasında yere oturdular. Nuri babasının öldüğünü söylediğinde Hatice yere yıkıldı. Hayattaki tek varlığı babasıydı. Nuri elini tutup, gitmemiz gerek dese de, Hatice hıçkırıklar halinde eve geri dönmek istedi. “Babam evde beni bulamazsa çok merak eder” dedi. Babasının ölümünü kabulenemiyordu. O birazdan eve gelecekti. En azından geri dönüp, babasını tekrar görmek istediğini söylese de Nuri buna izin vermedi. Artık İzmir eski İzmir değildi. Bugün babası ölmüştü. Yarın İzmir ölecekti. İzmir’ e yapılacak en iyi yardım hayatta kalmaktı. Nitekim öyle de oldu. İzmir günden güne öldü.

Nuri babasının köyüne gidecekti. Bir süre orada saklanacak sonrasında ise ne yapması gerektiğine karar verecekti. Ne yapması gerektiğini biliyordu, ama nasıl yapacaktı.

Ertesi sabah yorgun argın köye vardılar. Köy, Kemalpaşa Tepeköy arasında dağlık bir bölgedeydi. Burada babasının birkaç akrabası yaşıyordu. Nuri’ yi tanıdılar. Hemen evlerine aldılar. Nuri, İzmir’ in işgal edilişini,  Yunan birliklerinin Türk mahallelerine yerleşmesini, Efes Piskoposu ve İzmir Metropoliti Hrisostomos’ un, “Çok Yaşa Yunanistan!”, “Çok Yaşa Venizelos!” sesleriyle işgalcilerle yürümesini, Yunan askerlerinin sivillerin üzerine ateş açıp evleri yağmalayışını, evlerinden dışarı çıkardığı insanlardan, zorla , “Çok Yaşa Yunanistan!”, “Çok Yaşa Venizelos!” diye bağırmalarını istemeleri ve onları süngülerle öldürmelerini, rıhtımın, kordonun, hükümet binasının sivil halkın cansız bedenleriyle dolu olduğunu anlatması, hatta ölü insanların bile tekmelenmelerini anlatması,  köy halkında da büyük bir öfke uyandırdı. Bazıları sakladıkları silahlarını çıkararak “Hadi gidiyoruz İzmir’e” diye bağırdılar. Ancak Nuri işgalin büyüklüğünü, hatta yerli Rumların ve Yunan kökenlilerin ellerinde silahla Türk avında olacaklarını anlattı onlara. Çünkü arkasından ateş edenlerden bir Agop Efendiydi. İzmir hakkındaki her türlü bilgiyi Rum ve Yunan kökenli komşular veriyordu. Onlar Yunan işgalcilerden daha hazırlıklıydı.

Nuri ve Hatice üç hafta bu köyde saklandılar. İzmir’ den köye gelen bazı akrabalar, Yunanlıların, İzmir’i tamamen işgal ettiklerini, çevre yerlerden gelen Rum çetelerin onlara yardım ettiklerini, hatta köylerdeki birçok erkeğin bu çeteler tarafından öldürüldüğünü, halkın mallarına, evlerine, hatta hayvanlarına el konulduğunu, evlerinin yağmalandığını, yakıldığını öğrendiler. İzmir’ de tam bir kargaşa ve yağmalama vardı. Büyükçe bir birlik İzmir, Tepeköy tren yolunu işgal etmişti.  İzmir’ den gelen akrabaların anlattıklarına geçen hafta  15 binin üzerindeki Yunan İşgalci birliği karaya çıkmıştı. Hatta Ayvalık, Çeşme ve Urla’ nın da kıyıya çıkan askerlerce işgal edildiği yönünde duyumlar vardı. Artık işgal tam anlamıyla başlamıştı. Yunanlılar içlere doğru ilerliyordu.

Üçüncü haftanın sonunda Nuri büyük bir gürültüyle uyandı. Köyün meydanına gelen adam avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Yunanlılar geliyoooooor.

İzmir’de başına gelenlerden tecrübeli olan Nuri, Hatice’ yi koluna taktığı gibi köyün arkasında bulunan tepelere doğru kaçmaya başladı. Evden yalınayak dışarı fırlayan Hatice’ nin ayağına kocaman bir sopa saplanmıştı. Ayrıca alan çok dağlık ve ağaçlıktı. Buralara zayıf ve güçsüz olan 17 yaşındaki Hatice’ nin tırmanması mümkün değildi. Hele de ayağındaki kocaman yarayla.  Köyün hemen yukarısındaki kocaman bir kayanın arkasına saklandılar. Buradan köyü ve meydani açık bir şekilde görülebiliyorlardı. Tabii kendilerinin de iyice saklanması gerekiyordu. Aksi taktirde kendileri de görülebilirdi.

Köyün muhtarı, meydanda Yunan işgalcilerin gelişini bekledi. 20 kişilik bir asker birliğiydi ve doğrudan köye gelmişlerdi. Birini aradıkları belliydi. Nuri şu anda saklandığı kayanın arkasından tüm askerleri net bir şekilde görebiliyordu. Yanlarında bir de sivil vardı. Nuri adamı tanıdı. Agop Efendi’ydi bu.

Komutan köy meydanındaki muhtara tüfeğin kabzasıyla vurdu. Ne olduğunu anlamadan yere düşen muhtarın eşi ve çocukları ağlayarak yardım etmek için koştular ama diğer askerlerde aynı şekilde vurarak onları da yere yıktı. Komutanın işaretiyle etrafa dağılan askerler, evlerdeki kadın çocuk herkesi dışarı çıkardılar. Bazı evlerdeki eşyaları, meydana fırlatıp, yağmalamaya başladılar. Agop Efendi, muhtarın yerden kalkmasını söyleyerek Nuri’ yi aradıklarını tanıyıp tanımadığını sordu. O kadar yüksek sesle bağırıyordu ki sanki Nuri’ nin orada bir yerlerde saklandığını biliyordu. Muhtar hangi Nuri’ yi arıyorsun tanımıyorum dediğinde ise, “İbrahim’ in oğlu Nuri’ yi arıyorum” diye bağırarak yüzünü, köy meydanında toplanmış diğer köylülerin yüzlerinde gezdirdi. “Bilen var mı?” diye de ekledi. Muhtar “Ne yapacaksınız onu.” diye sinirli bir şekilde haykırdı. Agop Efendi bağırarak, “Yunan komutanımızı yaraladı ve oğlunu öldürdü. Onu sağ salim yakalayıp komutana götüreceğiz. İnan öldürmeyeceğiz. Hadi söyle nerede olduğunu” dedi. Muhtar “O buralara hiç gelmez” dediğinde ise Agop efendi’ nin işaretiyle, Yunan komutanı muhtarı bacağından vurdu. Karısı ağlayarak muhtarın üzerine atladı ve parmağıyla bir evi işaret etti. Yunan işgalciler evin etrafını sardılar ve Agop Efendi’ ye Yunanca bir şeyler söylediler. Agop Efendi. “Nuri dışarı çık diye bağırdı.” Ancak bir yanıt alamayınca eve girdiler. Evde her yere ateş açtılar. Neredeyse köylülerin tamamından fazla mermi sıktılar. Bulmayınca da evi ateşe verdiler. Nuri ve Hatice, saklandıkları yerden her şeyi görüyor ve duyuyorlardı. Kocaman bir kaya onları saklıyordu. Agop Efendi, Yunan komutana bir şeyler söyledikten sonra askerler etrafa dağıldı. Bütün evleri tekrar aradılar. Daha sonra erkeklerin ellerini kollarını bağlayıp, tepeleri, ağaçlık alanları aramaya başladılar. Nuri ve Hatice’ nin bulunduğu alana da geldiler. Kayanın önünde duran askerler bir sigara içtikten sonra kayanın etrafına bakmadan oradan ayrıldılar. Askerler 3 gün boyunca köyde kaldılar, çevre köyleri, dağları, ağaçlık alanları, her yeri aradılar. Nuri ve Hatice saklandıkları kocaman kayanın ardından olup bitenleri aç ve susuz günlerce izlediler. Hatice yaralı olduğu için yerlerinden kımıldayamadılar. Hatta ikinci gün muhtarın ve bazı erkeklerin Yunan askerleri tarafından kurşunlanarak öldürülmesini izlediler. Bu olay sonrası Nuri, Hatice ‘nin elini bırakıp, teslim olmak istediyse de Hatice yalvarır gözlerle ona bakıp, teslim olmasına izin vermemişti. Bu kocaman kaya onların sığınağı, evi olmuştu.

3’ ncü günün sonunda Yunan işgalciler evleri ateşe verip köyden ayrıldılar. Nuri ve Hatice saklandıkları kayayı terk edip, köye uğramadan oradan ayrılıp gittiler.

Daha sonra köylüler, Nuri ve Hatice ‘den defalarca haber aldılar. Ödemiş ve Tire dağlarında, efelerle birlikte Yunan işgaline karşı savaştıklarını, sevkiyat yapan işgalci askerlerin önünü kestiklerini, Yunan karakollarını bastıklarını, hatta Gökçen Efe’ yle birlikte savaştıklarını duydular.

 

 

Belediye Başkanı, Paris’ te bir arkadaşıyla buluşmuştu. Yıl 1966’nın ilkbaharıydı. Arkadaşı sanata düşkün biriydi. İlkokuldan arkadaşıydı. Paris’ in güzel bir parkında dolaşıyorlardı. Arkadaşı birden durdu. Başkan’ a eliyle parktaki ağaçları, çiçekleri, yolları gösterdi. Sonra’ da çimenlerin üzerine oturtulmuş kocaman bir taşı. “Bu taş niye burada duruyor biliyor musun?” diye  sordu. Başkan bilmiyorum anlamında başını iki yana salladı. Arkadaşı, “Biz sanatçılar güzel ve harika bir şeyi ortaya çıkarmak, daha dikkat çekici hale getirmek için bazen tezatlar kullanırız. Bu taş bütün bu tekdüzeliği ve şekilsizliği ile bu parktaki diğer güzellikleri ortaya çıkarmak için buraya konuldu.” dedi. Günler sonra kasabasına dönen Başkan hemen yardımcısını yanına çağırdı ve kendisinden kocaman büyükçe bir kaya bulmasını istedi. Geçen ay yaptıkları yol ve meydan düzenlemesi yaptığı alana, bu kayayı getirip yerleştirecek ve bir tezat oluşturup, yaptığı hizmetin güzelliğini ortaya çıkaracaktı. Ne de olsa Paris’ liler öyle yapıyordu. Başkan yardımcısı, Başkan’ ın isteğine bir anlam  veremese de emri yerine getirecekti. Herkese haber salındı. Köy muhtarlarına, hatta komşu kasabalara. Sonunda kaya bir köy muhtarının haber vermesiyle bulundu. Kemalpaşa ve Tepeköy arasındaki bir köyün muhtarı haber vermişti.

Kaya, vinç ve kamyonların yardımıyla kasabaya getirildi. Başkan’ ın yaptığı çiçekli ve çevresi ağaçlarla donatılmış meydanın ortasına kondu. Çevresine de birkaç bank. Başkan odasından kayaya bakıp çevresindeki çiçeklerin ve kaldırımların daha güzel gözüktüğüne inanıyordu. Kasaba halkı ise ne taşla ne de çiçeklerle ilgileniyordu.

Günlerden Mayıstı.15 Mayıs. Akşamüstüydü. İhtiyar bir kadın elinde alış veriş çantasıyla evine gidiyordu. Yorgun, soluksuz. Meydandaki kocaman bir kayanın sırtına dayanmış banka oturdu. Nefessiz kalmıştı. Hafiften esen ılık rüzgar, zayıflamış ak saçlarını uçurup, kayanın çıkıntılarına takılmasına neden oluyordu. İhtiyar kadın elindeki poşetleri yere bırakıp ,ayaklarını topladı ve bankın üzerine uzandı. Saatler geçti. Vatandaşların haber vermesiyle gelen polis, etraftakilere kadıncağızın öldüğünü söylüyordu. Polis,  ihtiyar kadının yerdeki poşetlerini karıştırdı. İçinde küçük bir çanta buldu. Çantadaki hüviyet cüzdanının sayfalarına baktı. Adı Hatice Gökçen’ di. Hüviyet cüzdanın arasında bir de genç bir erkek fotoğrafı vardı. Arkasında, Nuri yazılıydı.

Dağda Yunan işgaline karşı savaşırlarken,  bir gün Nuri, Hatice çocuğumuz olursa adını Gökçen koyalım demişti. Nuri, Gökçen Efe’ ye hayrandı. Onun koruyuculuğunda, aylarca Yunanlılarla savaşmıştı. Hatta, onu süngüyle öldüren Yunan askerini de, o öldürmüştü.

Çocukları hiç olmadı.

Hatice, Soyadı Kanunundan sonra Gökçen soyadını aldı.

Artık bilindik bir kayanın altında cansız yatıyordu. Nuri’ ye daha yakın.



Önder Güngör / 04 Nisan 2021 / Ankara

Tamamını oku
Tarih: Nisan 03, 2021 Yazar: Yorum: 0 yorum

Hangimiz daha.....?




Bugün 03 Nisan 2021 Cumartesi, 
Bizim nesil için halen daha 67 il var. 
Bize göre en iyi oyun Generals Zero Hour. 
Bruce Willis denince aklımıza Mavi Ay gelir. 
 Gitarı elimize aldığımızda Akdeniz Akşamları’ nı çalarız. 
Otobüse binmek istediğimizde bilet nerede satılıyor diye sorarız.
 Üniversite sınav sonuçlarının açıklandığını duyduğumuzda gazete almaya gideriz. 

Aramızda farklar var. 

Tabii ki bunlar işin abartması ancak ben bunları nesil farklılığı olarak yorumlamıyorum. Eskiden bizim zamanımızda, ebeveynler ile çocuklar arasında nesil farklılığı var denirdi. Şimdiki farklılıklarımızı ise nesil farklılığı olarak yorumlamak işin kolayına kaçmak gibi. Hem hangi nesil. Biz mi eski nesiliz. Şimdikiler mi? 

Bob Dylan, Blowin in The Wind’ de soruyor: 
Evet, ve bir adamın kaç kulağı olmalı?
İnsanların ağladığını duyabilmesi için. 

Ya da Jim Morrison dediği gibi. 
"Dünyayı istiyoruz, hemen şimdi istiyoruz” dediği dönem. 

Hangimiz yeni, hangimiz eski. Eski/ yeni şeklinde sormak doğru değil. Soruyu daha doğru soralım. Hangimiz daha….?


Önder Güngör / 03 Nisan 2021 / Ankara
Tamamını oku