Farkındalık ve odaklanma sayesinde dikkatinizi olana çevirip derin bir bakış kazanabilirsiniz. Böylece gözünüzün önündeki şeylerin gerçek doğasını görmeye başlayabilirsiniz. Bu bir bulut ya da bir çakıl taşı da olabilir, kanlı canlı bir insan da. Kendi öfkemiz de olabilir, bütün geçiciliğiyle bedenimiz de. Gerçekten durup derinlere baktığımızda, içimizdekilerin ve etrafımızdakilerin gerçek doğasını daha iyi anlamaya başlarız.
Sahiden bunları yapabilmek mümkün müydü? Yoksa bir hayal dünyası mıydı.? Yoksa her şey bir rastlantıdan mı ibaretti?
Ya da dedikleri gibi bitmiş yaşanmış bir hayatı yeniden mi yaşıyorduk. Olacaklar önceden belirlenmiş miydi? Biz sadece sabah oynanmış bir maçın tekrarını akşam televizyonda izler gibi mi yaşıyorduk hayatımızı? Bu yazdıklarımı aslında çok önce mi yazmıştım?
Ya da milyonlarca tercih hakkımdan birini kullanmış bunları yazarken ben, başka bir ben diğer tercihini mi yaşıyordu? Ne kadara bölünmüştü yol. Kaç milyar taneydi? Ya da her biri başka bir birey miydi benden kopup giden. Benden bir şey kopup gitmesin diye yol ağzında tercih yapmamalı mıydım?
Peki her şey benim tercihimse al şimdi değiştirdim dediğimde niye değişmiyordu hiçbir şey. Kontrat mı istiyordu benden hayat. İmza mı atmalıydım alnıma?
Derin bir nefes aldığımda dünyadaki bütün havayı niye çekemiyordum? Niye duruyordu nefes? Niye sınırlanmıştı her şey.
Ya diğer insanlar. Eğer onlar benim tercihimse elimi şaklattığımdan niye “puff” diye yok olmuyorlardı? Ya da sen git dediğimde o niye halen daha orada duruyordu. Üstelik daha da burnumun dibinde bitiyordu.
Peki her şey için zaman gerekliyse, bazı şeyleri zamana bırakmam gerekiyorsa, peki o şeyler niye aniden oluyordu? Pat diye.
Bazıları günlerce hayalini kurarken dünya nasıl oluyordu da bazılarının ayakları altında oluyordu? Onlar daha mı hayalciydi?
Ya kuantuma ne demeli? Yoksa o da mı kandırıyordu bizi?
Yoksa bu hayatta, kanıyor muyduk? Bilmiyor muyduk?
İki saattir kafede kitap okuyordu. Son sayfayı ikinci kez okuduktan sonra bardağın dibinde kalan çayını yudumladı. Kafasını kaldırıp diğer masadaki insanlara baktı. Bütün masalar doluydu. Ortada dolaşmakta olan garsona adıyla seslendi. Eliyle işaret ederek hesabı getirmesini istedi.
Okuduğu tüm kitapların son sayfalarını hep bu kafede okurdu. Bugün de aynı şekilde sonuna yaklaşmış olduğu kitabının son sayfalarını burada okumuştu.
Yıllardır sayısız kitap okumasına karşın evinde hiç kitaplığı yoktu. İşin doğrusu okuduğu kitap dışında evinde hiç kitabı yoktu.
Hesabı ödedi. Her zamanki gibi kitabı masanın üzerine bırakıp gitti.
Garson, daha önce defalarca yaptığı gibi, bir sonraki müşterisini masaya oturttuğunda, kitabın bir önceki müşteri tarafından hediye olarak bırakıldığını söyleyecekti.
Adam parmağındaki yüzüğü diğer elinin parmaklarıyla döndürüyordu. Bu onun tikiydi. Yolda yürürken bile, ellerini vücudunun önüne getiriyor, sürekli yüzüğüyle oynuyordu.
Şimdi Bahçeli 7.Cadde'de bir kafede oturmuş yoldan geçenlere bakarak yine aynı hareketi yapıyordu.
Bardağından bir yudum daha çay içtikten sonra omzuna çapraz astığı çantasından rastgele bir kitap çıkardı.
Adam, takıntılı bir kişilikti. Çantasında en az beş kitabı olmadan asla dışarı çıkmazdı. İlk başlarda bir, iki derken son bir yıldır yanında beş kitaptan daha az kitap taşımaz hale gelmişti. Her gün çıkarken çantasını kontrol eder, eğer eksik kitabı varsa odalarda ayakkabılarıyla dolaşır, panik halde aradığını bulur ve aceleyle evden çıkardı.
Çok önemli bir karar arifesindeydi. Geçen ay evinde büyük bir temizlik yapmış, depo olarak kullandığı küçük tuvaletindeki eşyaları atmıştı. Bu eşyalar arasında küçük bir koli bulmuştu. Her taşındığında onu da taşımış ama hiç içini açıp bakmamıştı. Koliyi açtığında, içinde bir kaç adet eskiden kullandığı ama niçin atmadığını bilemediği eski cüzdanlarını, eski kimlik kartlarını ve öğrenciliğinden kalma bir sürü fotoğrafını bulmuştu. Bu fotoğrafların bazılarını sanki ilk kez görüyordu. Tamamı üniversite yıllarında çekilmiş iki yüzden fazla fotoğraf vardı. Hepsine saatlerce bakmış içlerinden tam seksen iki tanesini bir kenara ayırmıştı. Bu fotoğraflar iki hafta boyunca salondaki yemek masasının bir köşesinde öylece durmuştu. Geçen hafta bunları yanına almış, bir kargo şirketinde tam göndermek üzereyken vazgeçip çantasına koymuştu.
Tekrar bir yudum çay içtikten sonra, çantasının içindeki kargo poşetine baktı. Bir haftadır yanında taşıyordu. Bir kaç kez tersini düzünü çevirip tekrar çantasına bıraktı. Az önce çıkardığı kitaptan rastgele bir sayfa açtı. Adamın en önemli alışkanlıklarında biri de buydu. Önemli bir karar vermek üzereyken yanındaki kitaplardan birini alır rastgele bir sayfa açar ve orada vereceği karar için ipuçları arardı. En önemli takıntılarından biri de herkesin içinde olan fakat tanımlayamadığı paralel yaşantıları bir türlü kafasından atamazdı. Ona göre bir çok insan bu inanca sahipti ama onu tanımlamayı bilmiyordu. Bu düşünceler onda hastalık boyutunu almıştı. Karar verdiği her olay hakkında "Eğer böyle değil de farklı şekilde yapsaydım hayatta ne değişirdi, başkalarının hayatını nasıl etkilerdim." şeklinde sürekli düşünür dururdu. Hatta yaptığı her hareketi bu şekilde yorumlamadan duramazdı. Yolun karşısına geçmeden bu kaldırımdan yürüseydim, bu sokaktan değil öbür sokaktan gitseydim, yerdeki taşa vurmasaydım, gelip başkası vursaydı neler olurdu, evrende ne değişirdi cinsinden sürekli düşünür dururdu.
Bardağından bir yudum daha çay içtikten sonra, eğer bir bardak daha çay içersem hayatımda ne gibi değişiklik oluşur diye düşünerek garson kıza başka bir şey istemediğini söyledi.
Şu andaki en büyük düşüncesi ise, bu paketi gönderirse, fotoğrafları bakan kişinin hayatında ne gibi bir değişiklik yaratacağı endişesiydi. Çünkü hayat akışı normal bir şekilde devam eden kişilerin hayatında bu fotoğrafları göndermekle dışarıdan bir müdahale yapacaktı.
Fotoğraflar üniversitedeki ev arkadaşına aitti. Mezuniyetinin birinci yılında trafik kazasında ölmüştü. Bu fotoğrafları ailesine göndererek onların hayatında bir değişiklik yaratacağından korkuyordu. Hayat döngülerinde normal olmayan bir sıçrama yaratacağı endişesini taşıyordu.
Kitaptan rastgele açmış olduğu sayfaya baktı. Kısık bir ses tonuyla okumaya başladı.
"Otobüs çok kalabalıktı. Nefes almak neredeyse imkansızdı. Daha önce bu caddeyi beş dakikada geçer giderlerdi, Ancak yarım saattir bir durak gidememişlerdi. Kadın havalandırmak amacıyla açık tutulan kapıdan, diğer yolcuların arasından sıyrılarak kendisini dışarıya atmayı başardı. İner inmez az önceki hengameden kurtulduğuna sevinip, ilk sokağa döndü. Dar sokağın her iki tarafında kaldırımlar üzerinde masalar bulunuyordu. Birine oturdu. Gelen garsona kırmızı şarap getirmesini söyledi. Nefesi yavaşlamış, derinleşmişti. Sanki ağzından aldığı nefes önce ayak parmaklarına, oradan da saçlarına kadar gidip yeniden burnunda çıkıyordu. Rahatladığında yada doğru kararlar verdiğini düşündüğü her zaman bu duyguyu yaşardı. Hiç istemediği bir kişiyle buluşmak için otobüse binmiş, ite kakışa saatlerce trafikte beklemiş ve en sonunda kendisini şarap içerken bu dar sokakta bulmuştu. Ama şimdi yüzü gülüyordu. Doğru yerdeydi."
Adam, hesabı ödeyip, yerinden kalktı. Dışarı çıkıp, elinde tuttuğu kargo poşetini sokaktaki çöp kutusuna attı.
Yüzü gülüyordu.
Hayat, her zaman küçük şifrelerle bize yardım ederdi. Buna o kadar inanıyordu ki.
Instagram' da hikayeleri okuyorum. Bu akşam Pink Floyd Tribute varmış. Bar' ın ismini yazmayacağım. Gidip dinler miyim? Bilmiyorum. Çünkü daha önce gitmiştim. Birkaç Pink Floyd şarkısından sonra başka gruplara geçmişti arkadaşlar. Cover olmuştu.
Almanya' daki bir The Doors taklit grubundan bahsetmiştim. The Doors In Concert. Bu grup kendilerini gerçek bir taklit grubu olarak adlandırıyorlardı. Görünüşleri, solistin ses benzerliği, çaldıkları enstrümanlar, sahne performansları, konser canlandırmaları ve hatta kullandıkları minibüsün benzerliği ile tam bir The Doors taklit grubu olduklarını söylüyorlardı. Bir gün dinlemek isterim...Aşağıya onlardan bir video bırakıyorum.
The Doors' un en sevdiğim şarkılarından biri "Riders on the storm" yorumunu da aşağıya bırakıyorum.
Bu yazımda cover grupları, tribute grupları ve taklit gruplarından söz etmek istiyorum. Devamında ise Türkiye' deki ve Ankara' daki benzerlerinden bahsedelim diyorum.
Hiç bilmeyenler için bu grupların aralarındaki farkı çok basit bir şekilde anlatmak istiyorum.
Cover grubu dediğimiz şey, bir grubun, farklı müzik sanatçıları ya da grupların şarkılarını çalıp, söylemesidir. Bu gruplar, taklit özelliği içermez. Bir sanatçı ya da gruba bağlı değildirler. Farklı sanatçılara ait şarkıları kendi tarzlarında çalarlar.
Tribute grupları ise sadece bir grubun ya da sanatçının şarkılarını çalarlar. Bu tanıma genellikle yapılan eklenti, "o sanatçının tarzını, sahne duruşunu ve hatta kostümlerini taklit eden müzik topluluğu" şeklindedir. Kelime anlamı Saygı grubudur. Yapı olarak taklit grubudur.
Ancak ben, tribute (saygı) ve taklit gruplarını daha farklı şekilde yorumluyorum. Yurt dışında bunlar aynı şey. Tek adlandırma. Tribute. Yani taklit/saygı grubu. Peki ben niye farklı yorumluyorum? Çünkü bu farklı yorumum Türkiye' deki tribute gruplarının sahne performanslarından kaynaklanmaktadır.
Türkiye' deki birçok tribute grubu çaldığı sanatçı ya da grubun şarkılarına bağlı kalmakla birlikte (çok az bir grup bu özelliği taşıyor) o gruba ait başka hiçbir niteliği taşımaz. Üstelik sesi de benzemez, sahne performansı da benzemez. Giyimi de benzemez. Tarzı da benzemez. Benzemez de benzemez. Yani taklit grubu olmaktan çok uzaktırlar. Bizdeki yaklaşım sadece hangi grubun tribute' u ise sadece o grubun şarkılarını söylemekle yetinmek. Dediğim gibi bu da sadece bir kaç grup için geçerli. Genelde hepsi cover'a dönüyor.
Dünya genelinde son yıllarda tribute gruplarının sayılarının büyük artış gösterdiği bilinmektedir. Bunun çok farklı nedenleri var. Bu grupların hayran oldukları sanatçı ya da gruplara olan saygılarını ve hayranlıklarını göstermek amacıyla kurulmuş olmaları bu sayının artışını tam olarak açıklamaz. Bu artışın nedenini anlayabilmek için hem müzisyenler hem de müzik severler açısından farklı değerlendirmeler yapmak gerekir. Müzisyenler açısından yorumlamak çok kolay. Öncelikle çok pratik. Yeni bir tarz yaratmaya ya da yeni bir dinleyici kitlesi oluşturmaya gerek yok. Onlar zaten var. Beste yapmaya da gerek yok. O da hazır. Gerisi...Kolay para.
Müzik severler açısından yorumlamak daha karmaşık. Çünkü bu grupları var edecek ve yaşatacak olan onlar. Öncelikle şunu söyleyeyim; dünya genelindeki müzik severlerin tribute gruplarına bakışı oldukça olumlu. Tribute gruplarına karşı çıkan, özellikle de hayatta olan müzisyen ve grupların tribute gruplarına karşı çıkanların, bu grupların konserlerine gittikten sonra düşüncelerinin değiştirdiği yönünde çok fazla yorum okudum. Tribute gruplarında çalan bir müzisyen bir yorumunda "Müzisyen olduğum için bir çok tribute grubunu dinledim. Tek bir şey söyleyebilirim. Gerçekten çok çok çok iyiler." diyordu bir yazısında. Bir yorumcu da aynen şunları yazmış. "50 yaşın üzerindeyseniz, en sevdiğiniz grupların harika bir performans sergileyemeyeceğini biliyor olmanız gerekir."
Zaten yorumcuların büyük bir çoğunluğu tribute gruplarını tercih sebeplerinden birinin de sevdiği grupların ya artık turneye çıkmamaları, ya da eski performanslarını sergileyememelerini gerekçe göstermişler. Aryıca bir yorumcunun yorumu çok ilginçti.
"Oğlumla birlikte Metallica konserine gittik. Biletleri çok pahalıydı. Ancak çocuğum çok istediği için mecburen gitmek zorunda kaldık. 400 metre uzaklıktan Metallica dinledik. Tabii ki ben de oğlum da çok keyif almadık. Bir kaç ay sonra bir barda çalan Metallica Tribute grubunu dinledik. Performansları müthişti. Ben de oğlum da 20 metre uzaklıkta dinlediğimiz bu gruptan daha çok keyif aldık. Üstelik çok ucuzdu."
Başka bir yorumcu ise çok iddialı bir yorumda bulunmuş.
"Tribute gruplarının bazılar o kadar iyi ki orijinal gruplar onları taklit etmek zorunda kalıyor" demiş.
Yine bu grupların tartışıldığı bir forum sitesinden bir yorum daha;
"Mesele şu ki, buradaki yanıtların çoğuna ben de aynı şekilde tepki verdim: pffft, taklit grubu mu? Hahaha! Ezikler. Kendi yazdıklarınızı yazın. Olmadığınız biri gibi davranarak aptal gibi görünüyorsunuz. Cover grubum dağılmıştı ve yeni bir proje arıyordum. Bu fırsat karşıma çıktı. Hiçbir zaman büyük bir STP hayranı olmadım ama cover grubum birkaç şarkısını çaldığı için hevesle seçmelere katıldım. İyi ki de katılmışım.Nefreti anlıyorum, gerçekten anlıyorum. Ama şunu bilin: Taklit grupları emek veriyor. Taklit ettiğiniz grubun özünü tam olarak yakalamaya çalışmak kolay değil. Eğer size göre değilse, gitmeyin. Ama bu adamlar ve kadınlar gerçekten çalıyor. Bunlar, sahnenizdeki en iyi müzisyenlerden bazıları."
Bir yorum daha:
"Tamamen tek bir grubun kataloğuna odaklanan bir cover grubu izlemenin harika bir deneyim olabileceğini düşünüyorum. Dinleyici olarak, onların (muhtemelen) kaynak materyale karşı büyük bir tutku beslediklerini biliyorsunuz. Şahsen , taklit grubunun orijinal grubu birebir giydirmeye çalışmasını veya özellikle orijinal sanatçılara fiziksel olarak benzeyen müzisyenleri seçmesini oldukça basmakalıp buluyorum. Ama cover/tribute gruplarının şarkıları nota nota, ton ton taklit etmeye çalışmasını da sevmiyorum. Orijinal şarkıları kendi müzikal fikirleri ve yorumları için bir sıçrama tahtası olarak kullanan gruplara her zaman daha çok ilgi duyuyorum."
Ölmüş olan sanatçılara ait tribute gruplarının yanı sıra, halen daha çalan ve turne yapan grupların tribute grupları, yaşayan ancak artık performans gösteremeyen, turneye çıkamayan grupların tribute grupları ayrı ayrı eleştiri konusu olmuş durumda.
Birkaç reddit yorumu:
"Birkaç ay önce bir Beatles taklit grubu görene kadar onları sıkıcı bulmuş ve hiç ilgilenmemiştim, o da çok eğlenceliydi, şimdi de çekiciliğini anlıyorum. Artık var olmayan gruplara (örneğin Beatles) taklit grupları için kesinlikle bir yer olduğunu düşünüyorum. Eğer gerçek grup hâlâ sahne alıyorsa, bir taklit grubu izlemeye gitmenin bana biraz anlamsız geldiğini düşünüyorum. Belki siz gerçeğini göremiyorsunuzdur, ama bana kötü bir alternatif gibi geliyor."
"Onları seviyorum. Eskiden, destekledikleri grupların kıyafetlerini giyen grupları biraz abartılı bulurdum ama şimdi bunu oldukça sevimli buluyorum.Bazı taklit grupları, bir grubun müziğini, o grubun/sanatçının aktif olduğu zamanlardaki kadar yakından canlı olarak çalmanın ve sunmanın tek yoludur, Led Zeppelin veya The Beatles veya Pink Floyd veya Prince & The Revolution taklit grupları gibi."
İlginç bir yorum daha:
"Hayranı değilim, bu da can sıkıcı çünkü kayınvalidemler bizi sürekli bu cover gruplarının konserlerine davet ediyor. Ben gerçek, ikonik grubu görmeyi tercih ederim. Ayrıca, Scorpions'ı canlı çalabilecek kadar iyi olup da kendi özgün şarkılarını yazma hırsına sahip olmayan bir grup adam fikrinden de tuhaf bir şekilde soğudum. SONRAKİ Scorpions olabilecekken, SAHİBİ olmak istiyorlar." diyen yorumcuya başka birinin verdiği cevap ise şu şekilde: "Ben de eskiden böyle hissediyordum ama daha fazla müzisyen tanıdıkça çoğunun bestecilikle veya bir plak anlaşması için uğraşmakla pek ilgilenmediğini, sadece bir grupta çalmanın deneyimini yaşamak istediklerini gördüm."
"Oğlum ergenlik çağındayken birkaç yıl önce onu yerel bir Pink Floyd tribute grubunu izlemeye götürmüştüm ve gerçekten çok keyif almıştık. Artık birçok sebepten dolayı büyük mekanlarda konser izlemek istemiyorum, bu yüzden benim için bunlar belirli ve keyifli bir boşluğu doldurabilir. Sanırım sayıları artabilir, ancak bu gibi şeylerin nasıl ilerleyeceğini tahmin etmek zor. Son birkaç yıldır nostalji festivallerinde bir artış olduğu kesin gibi görünüyor, bu da bir pazar olduğunu gösteriyor."
Yorumlara biraz ara vererek bir gerçekliği paylaşmak istiyorum. Sayıları sürekli artıyor. Bazıları orijinalleri kadar bilet satıyor. İleriki dönemlerde çok daha fazla popüler olacakları aşikar.
Şimdi biraz da başarılı tribute gruplarından birkaç örnek vermek istiyorum. İlk önce Pink Floyd.
Pink Floyd Tribute Grupları
Neden ilk önce Pink Floyd tirbute grupları dedim? Tribute grubu olmamakla birlikte, Pink Floyd' un en iyi coverlarını hem de orijinali kadar güzel bir müzik kalitesinde Antipass grubundan canlı olarak Ankara' da Amarillo Bar' da ve Beat Taurus Pub' da dinlemişliğim vardır da ondan. Artık Antipass yok. Ama uzun yıllar dinledim onları. Keşke kayıt alsaydım.
Britt Floyd, seyircilerin gözünde en iyi Pink Floyd tribute grupları listesinde zirve için en büyük rakiplerden biri. Performansları muhteşem.
Britt Floyd' un, bir konser kaydını aşağıya bırakıyorum. Müzik severler tarafından oldukça sevilen bir Pink Floyd Tribute grubu olduğunu bu kayıttan anlayabilirsiniz. Konser kaydından da göreceğiniz gibi, bir tribute grubunun nasıl da kalabalık bir dinleyici grubuna çaldığına tanıklık ediyoruz.
Brit Floyd' dan 2011 yılına ait bir konser daha;
Moon Shadows adlı tribute grubundan Comfortable Numbs' ı da aşağıya bırakıyorum.
Australian Pink Floyd Show tribute' dan Shine On You Crazy Diamond
Dinlemek isteyebileceğiniz diğer Pink Floyd tribute gruplarından bazılarının da youtube linklerinden birer parça bırakmak istiyorum.
The Machine, 30 yıl önce kurulmuş New York merkezli bir Pink Floyd saygı grubu. En eski tribute gruplarından biri. The Machine şu anda 15'ten fazla albüm ve Floyd'un bilinmeyen parçalarından klasiklere ve kendi cover versiyonlarına kadar uzanan bir şarkı karışımı çalıyor. “Pink Floyd’un sesini ve hitlerini ürpertici bir doğrulukla taklit ediyorlar ve inanılmaz uzun süre çalıyorlar.” – Matt Diehl – Rolling Stone.
Pigs On A Wing
Brain Damage
Black Sabbath Tribute Grupları
Önceliği grubun tamamı kadınlardan oluşan Black Sabbitch' e vereceğim. ABD, Los Angeles çıkışlı bir grup. Kostümleri ve sahne performansları ile orijinal Black Sabbath ruhunu yansıtıyor.
Sabbotage (Black Sabbath Tribute)
Zakk Sabbath - War Pigs
Aslında Quenn, Beattles, Led Zeppelin Nirvana daha bir çok grup var ama bunları daha sonra buraya diper yazılarıma eklerim.
Türkiye' deki Türk şarkıcılara ve gruplara ait tribute grupları hakkında birşeyler yazmak istiyorum.
Önce bir soru...
Türkiye’de Türk sanatçıların ya da grupların tribute
grupları olur mu?
Aslında çok bilinmese de bu tür gruplar mevcut. Ancak bu
konuda öncelikle kendi yorumumu yapıp daha sonra var olan gruplar hakkında
bilgi vermek istiyorum. Bence Türkiye’ de bir sanatçıya ya da gruba ait tribute
(saygı/taklit) grubu olması ve bu grubun ticari anlamda başarı sağlaması oldukça zor.
İyi bir tribute grubu olsa bile bunun çok fazla ticari kazanç sağlayacağını
düşünmüyorum. Belki youtube üzerinden ya da diğer sosyal medya platformları
üzerinden bir kazanç ve buna bağlı da devamlılık olabilir. Ayrıca sadık bir
dinleyici kitlesi oluşturacaklarına da inanmıyorum. Ticari kazanç olmadığı
taktirde söz konusu grupların devamlılığı da oldukça zor. Yurt dışındaki
tribute gruplarının büyük bir çoğunluğu konser gelirleri -ki çok büyük
konserler yapan gruplar var- ve sadık dinleyici kitlelerinden oluşan bir
kazançları var. Zaten ekonomik getirisi olmayan hiçbir şeyin varlığını
sürdürebilmesi mümkün değil. Yurt dışındaki tirbute gruplarının birkaç üyesinin
röportajlarını okumuştum. Asıl mesleklerinin yanında bu işi hobi olarak yaptıklarını söyleyenler vardı. Bir müddet çaldık ancak daha sonra gruplarımız
dağıldı şeklinde yorumlar vardı. Tribute gruplarını boş verin Ankara’ da
yaşadığım için sadece Ankara için söylüyorum, barlarda çalan cover gruplarının
bile varlığı gece doldurdukları masa sayısına bağlı. Çünkü üç masaya yaptığınız
müzikle ne kendi paranızı ne de barın parasını çıkarabilirsiniz.
Gelelim Türk sanatçılara ait tribute gruplarına.
Ankara ‘ da 1990’ lı yıllardaki Nil Bar’ ı hatırlayanlar
vardır. Sakarya Caddesi’ nde idi. Orada bir grup çıkıyordu. Solisti tam bir Cem
Karaca’ ydı. Hep Cem Karaca şarkıları söylerdi. Sesi çok da benzerdi. Bu yaşıma
kadar bir çok yerde yıllarca, Cem Karaca tarzı şarkı söylemeye çalışan
müzisyenleri dinledim. Bir çoğu sesini değiştirerek taklit yapmaya çalışıyordu.
O kadar itici oluyorlardı ki, bir daha hiç o mekanlara gitmedim.Hatta Karanfil Sokak’ ta Koliba diye bir
barda bir müzisyen dinlemiştim. Hangi şarkıcının şarkısını söylerse onun ses
tonunu taklit ediyordu. Edip Akbayram, Cem Karaca, Barış Manço hatta Ebru
Gündeş. Bu türe ses taklitleri sadece komedyenler yaptığı zaman hoşuma gidiyor.
Öbür türlü çok itici oluyor. O yüzden Cem Karaca Tirbute grubunu dinlemek
istemem. Çünkü bizim müzisyenler Cem Karaca ‘nın ses rengini taklit ederek
söylüyorlar. Herhalde Cem Karaca kolay mı taklit ediliyor? Nedendir bu durum
bilmiyorum? Bir de bu ses taklit konusuna gelmişken bir iki sözde Karadeniz
şivesiyle şarkı söyleyenlere laf edeyim. Yahu hiç mi Karadeniz’ e gitmediniz.
Hiç mi Karadenizli arkadaşınız olmadı. Öyle bir Karadeniz şivesiyle yüklemleri
değiştiriyorlar ki, Karadeniz Karadeniz olalı böyle şive görmedi. Evet ne
demiştim. Sesi taklit etmeye çalışan tribute grupları dinlemem demiştim. Ses
benzerliği olabilir. Üstelik harika olur. Ama taklit çok çabuk anlaşılıyor ve
itici oluyor.
Sonuç olarak Türkiye’ de bazı gruplar tarafından Cem Karaca, Barış Manço, Erkin Koray gibi
sanatçılar çok fazla çalınsa da gerçek anlamda bir tribute grubu yok. En azından ben Ankara' da rastlamadım. Ama İstanbul' dakiler neder bilmiyorum.? Bizde
şöyle bir yanlış algı da var. Örneğin bir grubun o gece sadece belli bir gruba
ait şarkıları çalmasına da tribute band diyoruz. Aslında buna tirbute night
desek daha doğru olur.
Geçenlerde yotube' da bir tribute' a denk geldim. Aşağıya ekledim. Ezgi Köker "Sezen Aksu Alaturka Tribute" 😃
Peki tribute gruplarındaki yasal durum ne?
Tribute gruplarının yasallığı da ayrı bir tartışma konusu. Gri bir alandan bahsediliyor. Bazı ülkelerde sadece çalınan parçalar için telif ödenmesi yeterli şeklinde görüşler var iken bazı ülkelerde ise bunun herhangi bir sorun oluşturmayacağı yönünde görüşler var. Ancak bazı yorumcular özellikle bazı müzisyenler ve grupların mirasçılarının bu konuda çok sıkı takipçi oldukları ve bu gruplara izin verilmediği yönünde yorumlar bulunmaktadır. Aslında bu da bazı gruplara ait neden çok fazla tribute grubu olduğunu açıklıyor.
Bir AVM' nin içindeyim. Arkadaşımı bekliyorum. En üst kattaki korkuluklara yanaşıp, büyük galeri boşluğundan alt kattakileri izliyorum. Benim gibi korkuluklara yaslanmış onlarca kişi var. Hepsi elindeki telefonların da bir şeyler yapıyorlar. Koltuklarda oturanlara bakıyorum. Bir anne bir çocuk, onlarında dikkati telefonlarında. Yaşlı bir kadın. Telefonunu gözüne yaklaştırmış, bir şeyler okumaya çalışıyor. 20-22 yaşlarında spor mağazasının önündeki iki genç de ellerindeki telefonlarında pür dikkat bir şeye bakıyorlar. Muhtemelen vitrindeki basketbol topunun fiyatını internettekiyle karşılaştırıyorlar. Ben de cebimden telefonu çıkarıp, saate bakıyorum. Arkadaşım gecikti.
Aklıma geçen gün okuduğum Tomris Uyar' ın Gündökümü adlı kitabından bir bölüm geliyor. O zamanlar ne cep telefonu var ne internet. Hiçbiri icat edilmemiş.
26 Mart
Havanın yüzü nasıl asık! Yine de bahçe duvarlarına sıralanan gençlerin sayısında bir azalma olmadı. Bizim buralar, bu yığma semtler, "tepkisizler"le dolu. Bütün gün oturuyorlar; ya bahçe duvarlarında, ya özel arabaların içinde. Kapılar açık, müzik dinliyorlar. Bacaklarını sallıyorlar ağır ağır. Koşmak, kızmak, konuşurken el-kol sallamak gibi doğal tepkilerden yoksunlar. Durumlarından hoşnutlar mı, birşeye mi öfkeleniyorlar, ilgi çekmek mi istiyorlar, anlaşılmıyor. Zaten en sık kullandıkları sözcük: "Fark etmez". "Boşver", "Boşvermişim Dünyaya", "Varsın Yansın Dünya", "Sev Kardeşim" gibi şarkılar bu gençler için yazılıyor, şampuan ve krem reklamları onlara sesleniyor. Oturuyorlar, kat kat giyinip kumaş ve yün tüketiyorlar.· Amerikan sigarası, o yoksa, sizin içtiğiniz herhangi bir sigara. Arasıra güldükleri oluyor, yalnız kendi aralarında önceden kararlaştırdıkları şakalara. Kolaylık adına herhalde. Kızlar uzun saçlı, ince, çatısız. "Dilerseniz", "Çok çok mersi", "katkıda bulunmak" gibi TV sözcükleriyle konuşuyorlar. Erkeklerse, kadınsı: yaylanan kaşlar, yumuşak ses, daracık omuzlar.
Küçüklüğümden beri hafızama çok güvenirim. Özellikle yön ve yer hafızama. Çok ilginç değil mi; hafıza deyince aklımıza zeka gelmekte çoğu zaman. Hafızası kuvvetli olan insanların zeki olduğunu düşünürüz. Benim yön ve yer hafızam kuvvetli ama kişi hafızam o kadar kuvvetli değildir. Mesela üniversite yıllarımı çok hatırlamam ama o yıllarda gittiğim evleri, yerleri, dükkanları, hemen hatırlarım sanki dün gitmiş gibi ama bir çok olay hafızamdan silinmiş gitmiş. Çocukluk anılarımı da çok hatırlamam. Aslında şimdi daha çok fark ettim. Geçmişteki birçok anımı hafızamdan silmiş gitmişim.
Okul yıllarımda, Richard Bach' ın bir kitabını okurken gece yatağının hemen ucunda not defteri ile uyuduğunu okumuştum. Ne gereksiz diye düşündüm. Sabah kalkınca ben hatırlarım, niye hatırlamayayım ki diye düşünürdüm.
Daha sonraları birçok yazar ve şairin hatta bilim adamlarının, küçük not defterleri ile dolaştığını öğrendim.
Şimdilerde işler daha kolay, yanımızda milyonlarca kelimeyi yazacak hatta ses olarak ve hatta video olarak kaydedecek akıllı telefonlar mevcut.
Ama tüm bunlara rağmen yanımda taşıyacağım küçük bir not defteri edinmem gerektiğine karar verdim.
Geçenlerde yazdığım küçük hikayeleri birleştirip, onları bir kitap haline dönüştürme kararı aldım. Blogumda hikayeler yazarken de aklıma birçok hikaye geliyor daha sonrasında ise aklımdan geçirdiğim hikayelerin detaylarını tam olarak hatırlayamıyorum. Hele kitap yazma fikrinden sonra, çok fazla fikirler aklımda uçuşuyor ama daha sonrasında yeni fikirler eskilerini örtüyor ve hatırlamama izin vermiyor. Bu yüzden küçük bir not defteri edinmemin iyi olacağını düşündüm.
Hawaiili Şifacıların Sırrı kitabı Maria-Elisa Hurtada-Graciet Dr.Luc Bodin
İşte Ho'oponopono'yu iyi anlamınız sağlayacak küçük bir öykü.
Kadının biri bir sabah yataktan kalkar ve henüz uykulu haliyle, mutfağa yönelir. O sırada okula gitmek için evden çıkmakta olan kızıyla karşılaşır. Hemen kızının yüzündeki bir lekeyi fark eder. Bunun üzerine ona şöyle der;
"Yüzündeki lekeyi gördün mü?"
Bir peçete alır ve yüzündeki leke yok olması için lekenin üstünü ovalamaya başlar. Ama ne kadar ovalasa boşunadır, leke kaybolmaz. Bir süre sonra, denemekten vazgeçer ve kızı okula gider.
Bir saat sonra kadın alışveriş yapmaya çıkar. Sokakta komşusuyla karşılaşır. Onun da yüzünün aynı yerinde kızındaki lekenin aynısının olduğunu hayretle görür. Sonra, biraz daha ileride mektupları dağıtmakta olan postacıda da aynı anormallik söz konusudur. Kadın şöyle düşünür: "Ama bu imkansız. Yüzünde lekeler bulunan bütün bu insanlara ne olmuş böyle?" Onlara lekelerini göstermesinin faydası yoktur., ne kadar ovalarlarsa ovalasınlar lekeleri silinmemektedir.
Sonunda, onlardan biri, kadının da yüzünde leke olduğunu söyler. Dehşet içinde, hemen bir ayna çıkarır ve gerçekten de lekeden kendisinde de olduğunu görür..İnanılmaz!. Bu bir salgın olmalı.! Aceleyle bir kağıt mendil çıkarır ve ovar, ovar...O zaman mucize bu ya, leke çabucak kaybolur. En inanılmazı da, yüzündeki bu anormallik silindikçe, çevresindeki bütün insanların yüzlerindeki lekeler de yok olur. O zaman bilinci uyanır. Çevresindeki insanların, tıpkı aynadaki gibi, kendi yansımasından başka bir şey olmadıklarını anlar. Bunu anlayınca, gülümser ve her şey çok daha basitleşir. O zaman, o sabah karşılaşmış olduğu herkese hitaben, zihninde şu sözlerini söyler. "Teşekkür ederim çünkü sizler olmasaydınız yüzümdeki lekeyi asla görmezdim ve onu asla silmezdim."
İşyerindeki arkadaşımın ailesi Almanya ' da Aschaffenburg' da oturuyor. Geçenlerde ziyaretlerine gitmişti. Yeniden gitmeyi planlarken şehirdeki konserlere bakmış., gittiğinde belki giderim diye.
Bana da Colos-Saal – Live Music Club ' ın internet sitesini gönderdi.
Keşke Ankara' da da olsa dediğim türden.
Gerçi Ankara' da da çok kaliteli müzik dinliyoruz. Ankara' nın hakkını yemeyelim.
Colos-Saal – Live Music Club konserlerinde ilgimi çeken bir grup oldu. The Doors In Concert
Doors in Concert, gerçek bir Doors taklit grubudur. Solistin doğru görünümü ve mükemmel sesi var, klavyeci Ray Manzarek'e çok benziyor, gitarist Robby Krieger gibi çalıyor ve ses çıkarıyor ve son olarak davulcu John Densmore'un en incelikli ustalığına yaklaşabiliyor.
.... The Doors'un gösterileri enerjik, patlayıcı, heyecan verici ve çoğu zaman hareketliydi. The Doors in Concert, bu dönemi sahneye geri getiriyor. Özgün, tutkulu ve ses ve kostüm olarak kusursuz bir şekilde icra edilmiş.
Özgünlük, bu Hollandalı taklit grubunun ayırt edici özelliğidir. Sesi olabildiğince birebir yeniden yaratmak için yalnızca orijinal grubun çaldığı enstrümanları kullanırlar. Doğal olarak, Vox Continental, Gibson G-101 ve Gibson SG bu tanıma uygundur. The Doors konserindeki klavyeci, tıpkı Ray Manzarek'in de aynı modeli kullanması gibi, bas melodilerini sol eliyle, tarihsel olarak doğru gümüş üstlü bir Fender Rhodes piyano bas gitarda çalar. Doğal olarak, tıpkı The Doors'un zamanında yaptığı gibi, eski Fender amfiler ve mikrofonlar da kullanırlar. Her enstrüman ve her teknik ekipman, muhteşem orijinal sesin en ince ayrıntısına kadar korunmasını sağlamak için özenle ve sevgiyle modellenir ve birleştirilir.
Otantik canlı ses ve görünümü yeniden yaşayın . The Doors in Concert, The Doors'un en iyi zamanlarındaki ses, görünüm, ekipman ve enerjiye sahip bir The Doors taklit grubudur.
Gerçek canlı ses ve görünüm
The Doors'un altın çağlarındakiyle aynı enstrümanları ve setlist'leri kullanıyoruz. The Doors'a saygı grubumuz, The Doors'u dünyanın gelmiş geçmiş en ikonik psikedelik rock gruplarından biri yapan tüm küçük ayrıntılara odaklanıyor. Tüm bu küçük ayrıntılar bir araya geldiğinde, diğer The Doors saygı gruplarından büyük bir fark yaratıyor!
The Doors taklit grupları, The Doors'u sahnede canlı dinleme özlemini gidermeye çalışıyor.
The Doors taklit grubu ve The Doors cover grubu
Yanlış anlaşılmasın, The Doors taklit grupları The Doors cover grupları değildir. The Doors cover grupları sadece The Doors şarkıları çalarken, The Doors taklit grupları Kaliforniyalı a*it rock idollerine saygıyla saygılarını sunar ve The Doors'un canlı bir konserini özenle yeniden canlandırarak The Doors'un mirasını yaşatmaya çalışırlar. Bu, bir The Doors cover grubundan çok daha fazlasıdır.
Authentic Doors taklit grubu
Piyasada birçok The Doors taklit grubu var, ancak The Doors in Concert, hepsinin arasında en özgün The Doors taklit grubu. Biz (The Doors in Concert), The Doors'un stüdyo albümlerinden çok daha saf bir The Doors sound'u sunan canlı albümlerine ve bootleg'lerine aşık olduk. İşte bu yüzden The Doors taklit grubumuz, aynı adı taşıyan canlı albümden adını alıyor .
Özgün bir The Doors taklit grubu olmak, The Doors'un en parlak dönemindeki canlı ses ve görünümü birebir yansıttığımız anlamına geliyor . Bu da, The Doors'u dünyanın gelmiş geçmiş en ikonik psikedelik rock grubu yapan tüm küçük detaylara gereğinden fazla emek harcadığımız anlamına geliyor. Ancak tüm bu küçük detaylar bir araya geldiğinde, diğer The Doors taklit gruplarından büyük bir fark yaratıyor. Grup minibüsümüz bile özgün!
Aynı enstrümanlar, amfiler ve mikrofonlar
The Doors'un mirasını yaşatmak için, The Doors'un altmışlı ve yetmişli yılların başında sahnede kullandığı orijinal, otantik enstrümanları, amfileri ve mikrofonları kullanıyoruz.
The Doors'un Ray Manzarek'iyle aynı org ve piyano bası
Özgün bir The Doors taklit grubu olmak, orgçumuzun (Willem Vonhof) aynı zamanda basçımız olduğu anlamına gelir. Tıpkı The Doors'tan Ray Manzarek gibi, Willem de sağ eliyle aynı Gibson G101 orgu (1967) veya Vox Continental orgu (1966) çalarken, sol eliyle aynı altın ışıltılı Fender Rhodes piyano bası (1966) veya gümüş ışıltılı Fender Rhodes piyano bası (1966) ile bas çalıyor. Elbette Willem, tıpkı Ray Manzarek'in The Doors'un sonraki stüdyo kayıtlarında ve canlı konserlerinde yaptığı gibi, The Doors'un Riders On The Storm, Queen Of The Highway veya LA Woman gibi sonraki eserlerini özgün bir Fender Rhodes sahne piyanosunda (1971) çalıyor. Ancak aynı enstrümanlarla, The Doors'un en parlak dönemindeki aynı canlı sesi ve görünümü yeniden yaratabiliriz.
Bu büyüleyici bas melodilerini The Doors'un müziğini karakterize eden o tüyler ürpertici org melodileriyle birleştirmek kesinlikle kolay değil. Tıpkı Ray Manzarek gibi, Willem de küçüklüğünden beri eğitimli bir klasik piyanist ve blues tutkunu. Sonuç olarak, Willem'in çalımında Ray'in özgün "Bach ve Chicago blues'u buluşuyor" tarzını duyabilirsiniz. Şanslıysanız, Willem, The Doors in Concert'in konserlerinden birinde Ray'in imzası haline gelen "Close To You" adlı blues şarkısını bile söyler . Bunu yapan başka bir The Doors taklit grubu duymadık. Belki de aynı anda bas, org çalıp şarkı söylemek çok zor olduğu içindir. Şapka çıkarıyorum sana Ray.
The Doors'un Robby Krieger'ıyla aynı gitarlar
Sahnede, gitaristimiz (Sander Compeer) tamamen The Doors'un Robby Krieger'ına dönüşüyor ve aynı ikonik ürkütücü riff'leri ve riff'leri yalnızca parmaklarıyla (yani gitar penası olmadan ) orijinal bir Gibson SG (1970) ile çalıyor. Moonlight Drive ve Who Do You Love gibi slide gitar gerektiren The Doors şarkılarında Sander, tıpkı Robby Krieger'ın The Doors'un altın çağlarında yaptığı gibi, Gibson SG'sini bir Gibson Les Paul Custom ile değiştiriyor.
Robby'nin tarzının zor yanı, gitarı algının kapısıymış gibi çalmasıydı; bu dünyayı bilinmeyenle bağlardı. Bazen Robby'nin gitarı artık bir gitar gibi bile duyulmuyordu. Daha çok ürkütücü bir şimşek ve gök gürültüsü gibiydi; gitaristimizin sahnede tam olarak canlandırmaya çalıştığı şey de buydu. Robby'nin gitarları, John'un davulları ve Ray'in org ve basıyla birlikte, Jim Morrison'ın şamanik ritüelini yaratabilmesinin ve izleyicilerini bu dünyanın ötesindeki özgürleştirici yerlere götürebilmesinin temelini oluşturuyordu.
The Doors'un John Densmore'uyla aynı davullar
The Doors'un ardındaki ritmik şamanik güç, John Densmore ve Supraphonic trampet ve havlayan ve homurdanan tom'lardan oluşan Ludwig Downbeat davul setinden geliyordu. Davulcumuz (Kees Braams), altın çağlarında The Doors'un John Densmore'uyla birebir aynı davul setine sahip olmasaydı, kendimizi en özgün The Doors taklit grubu olarak adlandıramazdık. Bu yüzden, sahip olduğumuzu söylemekten gurur duyuyoruz! Elbette, imza rengimiz Mod Orange.
John Densmore davul dinamikleri konusunda uzmanlaşmış, ki bu da bizim davulcunun uzmanlık alanı! John'un Drummerworld'e verdiği bir röportajda dediği gibi :
"Bu gülleleri tamtamların üzerine atıyorum - çok sessiz bir yerde! Ne halt ediyorum ben? Ben bile bilmiyordum. Ama sonra dinledim ve düşündüm ki, ah, bu gerilimi artırdı, değil mi? Köprüler ve dizeler - yüksek ve alçak sesle zıtlık oluşturuyor."
The Doors in Concert'in canlı performanslarında da aynı gerilimi yaratmayı seviyoruz. "Bir şeylerin ters gittiği, bir şeylerin tam olarak yolunda gitmediği" hissi. Bu, sizi kim olduğunuzu ve ne yapacağınızı düşünmeye sevk ediyor. The Doors tam da buydu ve bu hissi yeniden yaratmak, bizi gerçek bir The Doors taklit grubu yapan şey. İnanmıyor musunuz? The Doors'un The Celebration Of The Lizard'ına ithaf ettiğimiz albüme bir göz atın .
The Doors'un Jim Morrison'ıyla aynı mikrofonlar
Gerçek bir The Doors taklit grubu olarak, solistimiz (Danny van Veldhuizen), The Doors'tan Jim Morrison'ın sahnede ve stüdyoda kullandığı mikrofonlarla aynı olan Electro Voice EV-676 krom mikrofonlar (1966) ile şarkı söylüyor. Hatta Electro Voice EV-676 mikrofonlarının birden fazla versiyonu bile var: gümüş ve altın - tıpkı ışıltılı piyano baslarımızda olduğu gibi. Willem ara sıra geri vokallerini gümüş mikrofondan söylerken, Danny de Jim Morrison'ın akıllara durgunluk veren şiirlerini altın mikrofondan okuyor.
Söylemeye gerek yok, The Doors'un başarısı Jim Morrison'ın eksantrik ve şamanistik görünümüne bağlıydı. Deri pantolon, beyaz gömlek, deri çizmeler, uzun kıvırcık saçlar, elle tutulamayacak kadar sıcak olması ve istediği gibi ateşte dans etmesi. Biz (ve izleyiciler) şarkıcımız Danny'nin günlük hayatında kişisel antrenör olarak çalışması ve böylece kadınları eğlendirirken 3 saat boyunca aralıksız dans edebilmesi konusunda kendimizi çok şanslı hissediyoruz.
The Doors ile aynı sahne performansı
Gerçek bir The Doors taklit grubu olmak, yalnızca orijinal The Doors ile aynı ekipmana sahip olmamız anlamına gelmiyor; aynı zamanda sahne görünümümüzün de 1968'deki bir The Doors konserindekiyle birebir aynı olması gerekiyor. Deri pantolonlardan şaman danslarına, mumlardan bolca paçuli tütsüsüne kadar her şeyi yeniden yaratıyor ve izleyicilerimizi daha önce hiç gitmedikleri yerlere götürüyor, aynı zamanda Kaliforniyalı idollerimizi de anıyoruz.
The Doors'un canlı performanslarıyla aynı şarkı listesi
Ayrıca The Doors şarkıları seçimimiz de özgün. The Doors, stüdyo albümlerinde duyduğunuz grup değil. The Doors, bulabileceğiniz birçok canlı albümde ve korsan kayıtta duyduğunuz grup. The Doors, pek tanınmayan bir gruptu ve sizi nerede olduğunuzu ve nereye gittiğinizi düşünmeye sevk etti.
The Doors'a saygı duruşunda bulunan bir grup olarak kendimize The Doors in Concert adını veriyoruz çünkü The Doors'un sahnedeki kimliğine, 1991 tarihli aynı adlı canlı albümde duyabileceğiniz gibi The Doors'un canlı performans mirasına saygı duruşunda bulunmak istiyoruz. Bu yüzden set listelerimiz "sadece hitlerden" oluşmuyor. Universal Mind, The Celebration Of The Lizard , Baby Please Don't Go ve Mystery Train gibi daha az bilinen şarkılara da saygı duruşunda bulunuyoruz. Ayrıca 5 dakikadan uzun, belki 10 dakika süren org ve gitar soloları vermeyi de seviyoruz . Tıpkı The Doors'un 1968'de yaptığı gibi.
Gerçek canlı sesi ve görünümü yeniden yaşayın
Tıpkı The Doors'un canlı performanslarında olduğu gibi, ne başarmaya çalıştığımızı gerçekten anlamak için canlı performanslarımızı deneyimlemeniz gerekiyor. The Doors'un müziğinin kutsal bir zemin olduğunu biliyoruz ve (diğer) The Doors taklit gruplarına karşı da diğerleri kadar şüpheciyiz. Ancak gösterilerimize, enstrümanlarımıza ve The Doors şarkı seçimlerimize kattığımız ayrıntı miktarıyla, The Doors'a tam anlamıyla saygı duymaya, piyasadaki en ikonik psikedelik rock'a saygımızı sunmaya ve The Doors'un mirasını yaşatmaya çalışıyoruz.
The Doors in Concert'ı aksiyonda izlemek ister misiniz? Belki yakınınızda bir yerde sahne alırız! Yaklaşan turne tarihlerimizi görmek için aşağıdaki butona tıklayın. The Doors'un müziğini çok yakında sizinle birlikte kutlamayı umuyoruz!
Ben bu yazıyı 13 Eylül' de yazıyorum. Aschaffenburg' taki Colos-Saal – Live Music Club' ta, The Doors In Concert konseri 19 Eylül' de.
Bilmeyen ve bilmediğini bilmeyen bir aptaldır. Ondan sakının. Bilmeyen ve bilmediğini bilen bir öğrencidir. Ona öğretin. Bilen ve bildiğini bilmeyen uykudadır. Onu uyandırın. Bilen ve bildiğini bilen akıllıdır. Onu izleyin.
Geçen Cuma günü işten erken çıkmıştım. Eve gelip üstümü değiştim ve bisikletimi arabaya yükledim. Bazı günler işten erken çıkar Eymir' de iki tur atar ve sonrasında da hemen eve dönerdim.
Bu sefer öyle olmadı. İkinci turu bitirmiştim ki, gölün kenarında bir grubun gitar çalmakta ve şarkı söylemekte olduğunu gördüm İzin alıp, yanlarına oturdum. Saatlerce onları dinledim, şarkılarına eşlik ettim. Epeyce geç bir saate kadar kaldık. Gitme zamanı geldiğinde, herkes arabalarına binip, yola koyuldu. Ben ise bisikletime atlayıp, TRT kapısına doğru sürmeye başladım. Hiç bu saate kadar burada kalmamıştım. Yolda kimse olmadığı gibi bisikletimin ışığı yolu aydınlatamayacak kadar zayıftı. Her yer kapkaranlık ve ürkütücüydü. Gündüz güle oynaya sürdüğüm bu yollar korku filmini andırıyordu. Hızlıca pedallere basıp bir an önce arabaya ulaşmak istiyordum. Yokuş aşağı inerken bile pedalleri çeviriyor, olabildiğince hızlı gitmeye çalışıyordum. O kadar karanlıktı ki biri önüme çıksa kesin görmez çarpardım. Niye bu saate kadar kalmıştım ki. Üstelik hava iyice soğumuş burnum da akmaya başlamıştı.
Arada bir çukurlara giriyor ama buna rağmen hızımı kesmiyordum. Yolu hayal meyal görmeme rağmen daha hızlı gitmek için pedallere olanca gücümle basıyordum. Bu karanlık ve ıssızlık beni ürkütüyordu. Yokuş aşağı bir yola geldiğimde iyice hızlanmıştım. Bu arada iyi bağlamadığım kaskım kafamdan uçup gitti. Yere düşüşünün ve yuvarlanışın sesini duydum. Halen daha yolun üstünde olmalıydı. Çokta pahalıya almıştım. O yüzden bırakıp gidemezdim. Frene sıkıca bastım. Tekerleklerden gelen sert bir sesle direksiyon iki yana sallanıp bisikletin arkası sola kayarak durdum. Bisikleti yere bırakıp, cebimdeki küçük feneri çıkararak yolda kaskımı aramaya başladım. Fener küçüktü ama ışığı oldukça güçlüydü. Kaskımı ne kadar geride düşürmüştüm acaba bir türlü bulamıyordum. Aceleyle ve telaşla arıyordum. Aklım hemen bisiklete atlayıp buradan kurtulmaktaydı. Yolun kenarında bir beyazlık hissettim, kaskım olabileceğini düşünerek feneri o tarafa çevirdim. Birden ürpererek iki adım geri attım. Yerde yaralı beyaz bir köpek yatıyordu. Boynunun alt kısmı göğsüne doğru kanlar içerisindeydi. Geriye doğru koşup bisiklete binip hemen kaçmayı düşündüm. Acaba bu halde koşabilir mi diye içimden geçirdim? Gündüz bisiklet sürerken defalarca yanlarından geçtiğim köpeklerden biri olmalıydı. O zaman hiç korkmadan önlerinden geçtiğim bu köpek, gecenin bu saatinde son derece korkutucu gelmişti bana. Aklımdan bin bir tane kaçış fikri geçmesine rağmen temkinli hareket etmeye karar verdim. Yavaşça geri geri adım attım. Biraz daha uzaklaşınca bisiklete doğru yürüyecek ve hemen kaçıp gidecektim.
Aniden bir ses işittim.
"Korkma."
Bu bir insandan olamayacak derecede kalın ama açık bir havada olamayacak kadar tok bir sesti. Hemen dönüp arkama baktım. Etrafımda hiç kimse yoktu. Tekrar aynı sesi duydum.
"Korkma. Biraz suya ihtiyacım var" diye aynı tok sesi duydum.
Ellerim titreyerek çantamdaki açılmamış pet şişelerden birini aldım.
"Kapağını aç yere bırak, gerisini ben hallederim." dedi.
Korkudan parmaklarımla kapağı tutup çeviremiyordum. Vücudum kaskatıydı. Ellerim titriyor, parmaklarım kapağı bir türlü çeviremiyordu. Nasıl olduysa kapağı açmaya başarabildim. Başımı kaldırdığımda köpek yok olmuştu.
Artık bundan sonra bir saniye daha burada kalamazdım.
Bisikleti bıraktığım yöne doğru hızlıca koştum. Ne kadar da geri gelmişim. Bisiklete bir türlü ulaşamıyordum. Ayağım sert bir metale çarptı, tökezleyerek yere düştüm. Hızlıca kalkıp çarptığım bisikleti yerden kaldırdım ve üzerine atladığım gibi pedallere bastım. Ne kadar gittiğimi bilmiyorum ama arabaya geldiğimde, bisikleti yarım yamalak arkaya tutturup, gaza bastım.
Eve gidinceye kadar halen daha her yer gözüme karanlık geliyordu.
Sabah kötü bir kabusla uyanmış gibi yorgun ve bitkin halde yataktaydım. Daha gün yeni ağarıyordu. Yataktan çıkmakta acele etmedim. Biraz daha sağa sola dönüp uyumayı denedim. Ancak dün gece gördüğüm rüyanın halen daha etkisindeki zihnim uyamama izin vermedi. Kalkıp duşa girdim. Salonu havalandırmak için pencereyi açtığımda gözüm aşağıda duran arabama takıldı. Bisikletim arabanın arkasında duruyordu. Panik halde saçlarım ıslak vaziyette aşağıya inip bisikleti eve çıkardım. Tüm gece arabanın arkasında öylece durmuştu. Halbuki başka bir gün, gündüz vakti böyle bıraksam bir saatte uçar giderdi.
Kafamda bir sürü düşünce hızla dolaşıyordu. Bisikletim niye arabanın arkasındaydı. Hızlıca aşağıya inip, bagajda ve ön koltukta kaskımı aradım ama bulamadım. Kurulu oyuncak gibi hareket ediyordum. Bisikleti tekrar aşağıya indirdim. Arabaya binip, sabahın köründe Eymir' e gittim. Aklımda sürekli aynı düşünce vardı; dün geceki yaşadıklarım gerçek miydi yoksa rüya mıydı? Tabi ki rüyaydı. Her zamanki gibi dün yine Eymir'e gitmiş, sonra erkenden eve dönmüştüm. Demek ki çok yorulmuşum ki hemen uyuya dalmıştım. Aklımdan sürekli bu düşünceleri geçiriyordum. Eymir'e vardığımda bisiklete atlayıp gölün çevresinde sürmeye başladım. Dün gece rüyamda karanlıkta panik halde sürdüğüm yollardan şimdi sakince geçiyordum. Yolun kenarında durup, geceki rüyamdaki ayrıntıları hatırlamaya çalıştım. Evet kesinlikle bir rüyaydı. Kaskı düşürdüğümü sandığım bölgeye geldiğimde bisikletten inip yürümeye başladım. Ortalıkta kask mask yoktu. Biraz daha yolda yürüdükten sonra, kendi kendime "Hayır o bir rüyaydı. Köpekler asla konuşamaz. Amma manyaksın. Bir de rüya mı gerçek mi diye soruyorsun kendine." diyerek, dünkü rüyamla tekrar yüzleşmeye çalıştım. Aramayı bırakıp, geriye doğru dönerken aniden yoldaki kanları gördüm. Kanları takip ettiğimde yol kenarındaki çimenlerin oraya kadar gidiyordu. Çimenlerin üzerinde beyaz kıllar vardı. "Saçmalama oğlum o bir rüyaydı. diyerek başımı kaldırdım. Çimenlerin biraz ilerisinde durmakta olan kaskımı gördüm
İnsan bilmediği yaşamadığı yeri nasıl yazabilir ki. "Ağaç vardı, göl vardı. Ağaç yeşildi, göl soğuktu der." Yazar yazmasına da -ne de olsa gördü bir şeyler-, kelimelerin içi hep boş kalır. Doğru kelimeleri seçemez yazarken...
İşte Kaz Dağları da öyle bir yerdi benim için. Yüzyıllık ağaçlar, belki de binlerce yıldır akan dere, küçük bir şelale.
Bir öğlen saatinde önce ayaklarımı soktum Hasanboğuldu Göleti' ne. Yan tarafta bir tabela "İçme suyudur. Yüzmek yasaktır." Kusura bakmayın ağalar, o kadar yol tırmandım, üstelik gençler atmış kendisini bu buz gibi suya, ben geri kalamam.
Ayaklarımı hissetmiyorum. Önce bir uyuşukluk ardından bir ağrı. Evet soğuktan ayaklarım ağrımaya başladı. Bu kadar sıcak bir günde ayaklarımı ağrıtacak kadar soğuk bir suyun yanındayım. Sabahattin Ali' nin romanındaki Emine geliyor aklıma. "Ben dağlıyım ovalara inemem." Bu dağı, bu ağaçları gördükten sonra evet haklısın Emine diyorum içimden.
Başımı kaldırıp acaba hangisi "Emine Çınarı"dır diye ağaçlara bakıyorum.
Arkamdan bir ses. "Atlamayacak mısın?"
"Hayır yavaş yavaş girmeyi deneyeceğim."
Bunu dememle birlikte ellerim önde kendimi bırakıyorum suya. Su öyle soğuk ki. Nefes alamıyorum bir süre. Panikle kendimi kenara atıyorum. Acı yersiniz, ağzınız yanar, ama buna rağmen bir acı daha atarsınız ya ağzınıza. İşte bu da öyle bir şey. Tekrar kendimi suya atıyorum. Dibe doğru dalıp gözlerimi açıyorum. Korneamın üşüdüğünü hissediyorum. Evet ömrümde ilk kez korneamın üşüdüğünü...
Üşüdükçe dışarı çıkıyor, hemen yandaki güneşin ısıttığı kayalara sarılıyorum. Sonra tekrar suya.
Bir saat kadar bu suyla oynuyorum. O kadar zevk veriyor ki çıkıp çıkıp tekrar giriyorum. Üşütüyorum derimi, içimi...
Geri dönüş yolunda da deredeki bir çok su birikintisinde girip üstümü ıslatıyorum. Soğuk su çekiyor kendine. Derin derin soluyorum. Sanki ciğerlerim, acıkmış bir insanın hızlıca sofradakileri bitirmesi gibi havayı bitirmeye çalışıyor.
En son Sütüven Şelalesinin altına atıyorum kendimi. Şelalenin aktığı yer biraz daha derin ve yukarıdan düşen suyun yüzüme çarpması hoşuma gidiyor. Bir kaç saat sonra kendimi Zeytinli Plajının boğucu sıcağının altında buluyorum. Bir kez daha dağlı Emine'nin sesi geliyor kulağıma tam da kitaptaki sözleriyle; "Ama ben dağlıyım, bu çukur ovalarda kalamam."
Bob Marley, “Müziğin güzel yanı, size çarptığında hiç acı hissettirmemesidir.” der.
Bugün size biraz Eray' dan bahsedeceğim. Eray Kihtir.
Kendisini yıllardır dinlerim. Perşembe günleri Beat Rock Pub - Taurus' ta çalıyor. Müzik dinlemek harika bir şey, hele bir de sevdiğiniz bir arkadaşınız çalıyor ve söylüyorsa...
Grubunun adı uzun. Kapı Türkçe Rock Müzik Grubu
Bazen diyorum ki "Bu adam bizim için mi çalıyor? Yoksa kendisi için mi?"
"Müziğe bir şey katmak istediğimde, onu dinleyen birini düşündüğümü fark ettim. Onların hayatına bir parça daha eklemek istediğimi." Bob Dylan
Ara verdiğinde bile ayrı bir enerjiyle her masayı dolaşır, gelen arkadaşlarıyla mutlaka bir kaç kelam eder. O, kalabalıkta dahi her arkadaşını fark eder. Mütevazı kişiliği onu ilk kez dinlemeye gelenler için bile hemen hissedilir.
Hem gitarıyla hem sesiyle yıllardır bizi büyülemeye devam ediyor. Eğer siyahi olsaydı ve 1950' lerde Amerika' da yaşasaydı, ünlü bir Blues müzisyeni olurdu.
Bir hafta Cem Karaca ağırlıklı, bir hafta Barış Manço, bir hafta 80' ler, bir hafta çooook eskiler..
Her hafta tekrara düştüğü şarkı ise, Dönence.
“Harika bir şarkı, kötü bir şarkıcıya iyi gelebilir; ama iyi bir şarkıcı, harika bir şarkıyla birleştiğinde gerçekten büyüleyici olur.” – Quincy Jones
İddiam şudur ki. Sadece Dönence' yi dinlemeye gelenler var.
Bende Eray' ın çaldığı Dönence' nin çok kaydı var. Birisini bulursam hemen bu satırların altına ekleyeceğim. (Bulamadım.😔)
“Bir şarkı yazdım, çünkü anlatamadım.” — Fikret Kızılok
Hafta içi olmaz diyenler için Cumartesi' leri de Kaan' a çalıyor Eray.(Kaan' dan ayrı bahsedeceğim bir sonraki yazımda.) Bir iki şarkıda orada söylüyor.
Bir ezgi, bir ritim, bir ses... Hepsi bir araya geldiğinde, insanın en derin duygularına dokunan görünmez bir dil oluşur.
Her insanın hayatında bir “şarkı” vardır. Ayrılığın şarkısı, hüznün şarkısı, yalnızlığın şarkısı, mutluluğun şarkısı....
“Hayatta hiçbir şeyim az olmadı senin kadar, hiçbir şeyi istemedim seni istediğim kadar.” Cem Karaca
Lise yıllarındaydım. Genellikle o yıllara ait anılarım bölük pörçük. Birçok şeyi tam olarak hatırlayamıyorum. Arkadaşlarımla otururken baz...
İzleyiciler
Dr.Deepak Chopra
Masamdaki kitabı alıyorum. İlk sayfasında bir tarih var. 16.12.1994 Üniversitedeyken aldığım her kitabın ilk sayfasına aldığım günün tarihini yazardım. Zamanla bu alışkanlığımı kaybettim. Tabii o zamanlar elimdeki değerli ve kısıtlı paranın bir kısmını kitaba vermek çok daha kıymetliydi. Kitaplarıma gözüm gibi bakardım. Çünkü küçüklüğümden beri beğendiğim kitapları defalarca okuma alışkanlığım vardı.
Siz varsınız diye korkuyorum.
NY Times' ta okuyorum. 100 kelimeyi geçmeyen okuyucu aşk hikayeleri diye bir bölüm var. Adı aşk hikayeleri ama her konuda yazı var. Ben de bugün size 80' lerden kalan bir anımı anlatacağım. 100 kelimeyi geçmeden. 1980'ler. 1989 yılı. Üniversitede hazırlık okuyorum. Dört arkadaş akşam tiyatroya gitmeye karar verdik. İki erkek iki kız. Biz sizi akşam evden alırız dedik. Alırız dediysek arabayla değil. Daha yemek yiyecek paramız yok.
Önder Güngör, Kişisel Yaşam Blogu. Blogumda aklıma gelen şeyleri yazıyorum. Okuduğum bölümlerden alıntılar yapıyorum. Yazılan her şeyde, önce kendimi arıyorum. Benden bir parça bulduğum her şeyi okuyorum. Önce yazana sonra yazdıklarına bakıyorum. Önceliğim, yazı değil, yazan.