Tarih: Aralık 05, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Haydi kalk! Kalbine yürüyelim. (Kitap) İki İhtiyar -2


İlk bölüm için tık.

Tuvaletten çıkıp yanlarına geri döndüm. İçimden “umarım konuştuğumuz konuyu unutmuşlardır” diye düşündüm.

Bu sefer Asım Bey sordu.

"Çocukça şeyler yazdım derken neyi kastettin?” 

"Komik, saçma sapan şeyler işte." dedim.

"Bazı insanların komik saçma sapan şeylere de ihtiyaçları olabilir." dedi Reşat Bey.

"Doğrusu yazacak ilgi çekici, güzel şeyler bulamadım.” dedim ama bu yanıt beni de tatmin etmemişti. “Dürüstçe söylemek gerekirse aklıma hiç bir şey gelmedi." diyerek yüzlerine baktım.

Asım Bey gülümseyerek,

“Biliyor musun?” diye söze başladı. "Araştırmalar insan beyninin 10 saniyede yaklaşık 15 tane, bir günde ise 120.000 civarında düşünce ürettiğini söylüyor. Yani en son karşılaşmamızdan bu yana bir yıl geçtiğini düşünürsek, toplamda 44 milyon düşünce üretmiş olmalısın. Yine araştırmacılar insanların büyük bir çoğunluğunun yeni düşünceler üretmek yerine yüzde 90 eski düşüncelerini yeniden düşündüklerini söylüyorlar. Sana iyilik yaparak seni de bu kategoride değerlendiriyorum. Yani bir yıl içindeki düşüncelerinin yüzde 90' ının eski düşünce olduğunu kabul edeceğim. Geriye 4,4 milyon düşünce kalıyor. Bu kadar düşünce içerisinden yazacak bir şey bulamadın mı yani?”


Söylediği şeyleri tam olarak takip edemeden dinledim.

"Vay be böyle düşünmemiştim hiç, 44 milyon düşünce. Ne kadarı eski düşüncelerimizden oluşuyor demiştiniz?"

"Yüzde doksanı yani 42 milyon civarında."

“47 milyon düşüncenin 29 milyonu daha önce düşündüğümüz eski düşüncelerimiz.” diye tekrarladım.

"Evet. Zaten, işin kötü tarafı da bu değil mi? Dünyanın en gelişmiş bilgisayarına yaptığımız şeye bak. Tabii ki istediğimiz her şeyi düşünmekte özgürüz ancak 44 milyon düşüncemizin yaklaşık 39 milyonu eski yaptıklarımızı düşünmekle geçiyoruz. Ne kadar kötü değil mi? Ne kadar kısır.” 

Başımı sallayıp,

“Çok ilginç.” dedim. Asım Bey devam etti.

“Sonuç olarak gelelim sana. Bu kadar düşünce ürettin ve yazacak bir şey bulamadın öyle mi?”

Konu yine dönüp dolaşıp aynı yere geliyordu.

Ama ben o an Asım Bey' in söylediklerini dinlemiyordum. Bu kadar çok düşünce ürettiğimiz bilgisini kafamda harmanlamaya çalışıyordum. Dün yaptıklarım aklıma geldi. Acaba neler düşünmüştüm bütün gün_ Hangileri geçmişimle ilgiliydi? Yeni olarak hangi düşünceler aklımdan geçmişti? Peki, şu anda neyi düşünüyordum? Aman allahım şu anda bile dün ne yaptığımı düşünerek yine geçmiş düşünceleri düşünüyordum.

Asım Bey' in sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım. 

"Evlat bazı sözleri sürekli duyarız ancak özünü bir türlü anlayamayız. Bütün bilgeler, düşünürler yıllarca anda kalın, anı yaşayın derler ya işte bu yüzden derler. An' da kalan insanın düşüncesi eski düşünceleri barındırmaz. An’da olduğun zaman eskiye yer yoktur. Anı yaşamayan insan ise ne düşündüğünü bile bilemez. Çoğu zamanda geçmiş günlerinin muhasebesini yaparak yaşar gider."

Yeniden düşüncelerime gömüldüm. Uzun bir sessizlikten sonra Reşat Bey konuşmaya başladı. Bu iki insan davranışlarıyla ve tavırlarıyla o kadar birbirlerine benziyorlardı ki, sanki karşımda tek bir insan var gibiydi.

"Geçen yıl sana söylediğimiz sihirli sözcükleri hatırlıyor musun?"

"Bence hepsi sihirliydi. Ama üzerinde düşündüğüm ve çalıştığım en önemlisi kendimi sevmekle ilgili olandı." dedim.

"Evet ondan bahsediyorum. Eğer bu geçen bir yıl içerisinde kendini yeterince sevmeyi başarabilseydin, o kitabın sayfalarını doldurabilirdin. Daha da ötesi keman çalmayı öğrenebilirdin, bir spor branşında madalya kazanabilirdin, şair olabilirdin,  zengin olabilirdin ve daha saymadığım bir çok şeyi yapabilirdin."

"Yok artık daha neler..." dedim ve devam ettim. “Yani insanın sadece kendisini sevmesi bütün bunların hepsini mümkün kılar öyle mi?”

"Evet daha saymadıklarımın hepsini yapabilirdin." diye tekrarladı ve devam etti. "İnsanın kendisine yaptığı en büyük eziyet, kendisinden uzak durmasıdır. Kendisini değersiz bulmasıdır. Kendisine karşı acımasız olmasıdır. Ama bunu bilmeden ve istemeden yaparız. Çünkü genel olarak küçüklükten başlayarak böyle olmamız öğretilmiştir bize. "

“Bu konuda size çok katılmıyorum. Çünkü ben kendisiyle barışık, tam anlamıyla kendisini seven bir insanım.” dedim.

“İspatla.” 

“Bunun ispatı olmaz ki. İnsan kendisini sevdiğini nasıl ispatlar. Kendimi seviyorum işte bak söylüyorum.” dedim alaycı bir tavırla.

Çok sinirlenmiştim. Yüksek sesle meydan okudum.

"Bence bunların hepsi saçma hatta palavra. Sevgi ve sahip olmak üzerine yüzlerce kitap okudum. Yok kendimi seversem gerçek mutluğu bulurmuşum, yok istediğim her şeye sahip olabilirmişim, yok kendimi bilirsem hayal ettiğim her şeye kavuşurmuşum, yok sadece istemem yeterliymiş filan falan. Bunların bir çoğunun hikaye olduğuna inanıyorum artık." dedim.

Asım Bey elini omzuma koyarak ilk kez bana adımla seslendi.

"Önder." 

Biraz duraksadıktan sonra  "Son zamanlarda bu tür olumsuz düşünceleri fazlaca düşündüğünü biliyoruz.” dedi ve devam etti “Eskilerin meşhur bir sözü vardır, 'Ellerimizi kaldırır tanrıya dua ederiz, tam tanrı cevap verecekken kalkıp gideriz.' Senin kalkıp gitmeni istemiyoruz."

Son söylediği söz kulağımda yankılanarak defalarca zihnimin içinde dolaştı. "..gitmeni istemiyoruz. ...gitmeni istemiyoruz. ...gitmeni istemiyoruz." 

Bu düşüncelerle boğuşurken ikisi de masadan kalkıp gitti.


Önder Güngör / 14 Ekim 2016


Tamamını oku
Tarih: Aralık 03, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Haydi kalk! Kalbine yürüyelim. (Kitap) İki İhtiyar -1

 I.         İki İhtiyar

Gözlerimi yoldan ayırarak hızlıca navigasyona baktım. Yaklaşık birkaç kilometre sonra benzin istasyonuna varacaktım. Üç saat hiç durmadan araba kullanmıştım. Yol daha önceki seyahatlerime göre oldukça sakindi ve böyle durumlarda dikkatimi daha zor topluyordum. Herhangi bir ihtiyacım olmamasına rağmen mola vermenin iyi olacağını düşündüm. Direksiyondaki kontrol düğmesine basarak müziğin sesini yükselttim. Ezginin Günlüğü çalıyordu. "Eksik bir şey mi var?"

"Öyle bir şey ki bu, kolay anlatamam
Atsan atılmaz, satsan satamam
Eksik bir şey mi var, anlayamam
Bak çayım sigaram, her şeyim tamam."

Ekim ayındaydık ve yazdan kalma sıcak bir hava vardı. Az önce radyodan hava sıcaklığının önümüzdeki bir hafta boyunca da mevsim normallerinin üzerinde olacağı söylendi. Böylesi güzel bir haberin ardından, bir de radyoda çalan bu şarkı keyfimi iyice arttırmıştı.

“Kalksam duraktan dolmuş gibi
Arka koltukta unutulmuş gibi
Terliklerimle, gelsem sana
Sonunda aşkı bulmuş gibi.”


Arabanın camını açtım. Yüzüme vuran rüzgarı derin bir nefesle içime çektim. Sinyal vererek benzin istasyonuna girdim. Uzun yolculuklarımda mola yerleri konusunda hep şanslı olmuşumdur. İlk bakışta burası da güzel bir yere benziyordu. Restoran yazan binanın önüne doğru sürdüm. Binanın hemen yan tarafında, salkım söğüt ve kavak ağaçlarının altında kamelyaların olduğu, yerin çimlerle kaplandığı küçük bir bahçenin önüne park ettim. Kapıyı açtım ama inmek için acele etmedim. Yan koltukta bulunan, yola çıkmadan önce yazıcıdan çıktısını aldığım nota baktım. Mezunlar toplantısının yazılı olduğu kağıtta, Selçuk' taki bir otelin fotoğrafları, adresi ve konaklama bilgileri vardı. İki gece bu otelde kalacaktım. Hiç kimseye haber vermemiştim. Tıp Fakültesi’ nden mezun olalı yirmi yıl olmuştu. Daha önce bu toplantılardan defalarca yapılmasına rağmen hiç birine katılmamıştım. Bu yılda katılmayı düşünmüyordum ama mail adresime gelen ısrarlı davetler aklımı çelmişti. Yıllarca bu tür toplantılara karşı olmama rağmen bu yıl bir şey beni dürtmüş “Haydi kalk git demişti” ve şimdi de yollardaydım. Toplantıda iki gün kaldıktan sonra arabayla bir Ege turu yapar, üç dört gün de böyle oyalanır, sonrada işimin başına geri dönerim diye kafamdan plan yapmıştım. Az önce duyduğum hava durumu haberinden sonra bu planımı uygulama konusunda daha da kararlıydım. Ama bana belli olmazdı, planlı işlere pek gelemezdim.

Nasıl bir alışkanlıksa, her zaman yaptığım gibi, arabayı görebileceğim bir masaya oturdum. Garson çocuğa parmağımla işaret yapıp, çay getirmesini istedim. Elimdeki notları masanın üstüne koyup uçmasınlar diye üstüne kül tablasını koydum.  Etrafa bakındım, sadece birkaç masada oturan insanlar vardı ve onlarda ellerinde gazete, çaylarını yudumluyorlardı. İki sandalye çekip birine kolumu yasladım, diğerine ise ayaklarımı uzattım.

Masanın hemen kenarındaki, neredeyse yere düşmekte olan gazeteyi aldım. Gazetenin seyahat eki olan sayfanın manşetinde “Kaz Dağlarında Yerleşilecek Köy” yazıyordu. Başlığın hemen altında daha küçük harflerle “Yeşilyurt Köyü doğanın içinde sizleri bekliyor. Şehir hayatından mı sıkıldınız? İşte size göre bir yer.” yazıyordu. Bu tür yazı yazan salaklar bir bitmedi gitti gazetelerden. Köye yerleşecek olsam sakin bir köye yerleşirdim. Turistik köye yerleşecek olsam şehirde kalırdım.

Arkamdan gelen ani sesle başımı kaldırdım. Aynı anda bir el omzuma dokunmuştu.

-“Biz de oturabilir miyiz?”

Şaşkınlıktan hiçbir şey diyemeden bakakaldım. Ne işleri vardı burada! En son bir yıl önce görmüştüm bu iki ihtiyarı. Asım Bey ve Reşat Bey. Uzun süredir onları görmeyince aklıma kötü şeyler bile gelmişti. Sıcak bir sarılmadan sonra yanıma oturdular. Tabii ki burada ne aradıklarını sormadım. Daha önceki karşılaşmalarımızdan tecrübeliydim. Onlara bu tür sorular soramazdım, çünkü tatmin edici bir cevap vermeyeceklerini biliyordum.

Asım Bey,

-“Hayırdır evlat nereye gidiyorsun böyle?” diye sordu.

-“Bir toplantı için Selçuk’ a gidiyorum. Ya siz?” diye sordum.

-“Biz de bir toplantı için gidiyor sayılırız.” dedi.

Hal hatır sorduktan sonra, Reşat Bey,

-“Kitabı ne yaptın?” diye sordu.

Bildiğim halde hile yaptım." Hangi kitabı?" diye sordum.

-"Sana geçen yıl verdiğimiz kitabı sorduğumu biliyorsun. Sayfalarını doldurabildin mi?" diye ısrarla sormaya devam etti Reşat Bey. Kitap dedikleri aslında boş bir defterdi, sadece dış kabı kitap şeklinde kaplanmıştı.

-"Hayır. Aslında çok uğraştım, birçok şey yazmayı denedim ama hepsi çocukça şeylerdi ve ben de vazgeçtim." diyerek konuşmalarına fırsat vermeden, “Hemen tuvalete girip geliyorum.” diyerek masadan kalktım.

İki ihtiyar arkamdan bakarken acelem varmış gibi hızlıca benzin istasyonun tuvaletine girdim.

Hangi kitaptan bahsettiklerini dün gibi hatırlıyordum. Tam bir yıl önceydi. O gün Asım Bey ve Reşat Bey'i Tunalı Hilmi Caddesi’ nde yürürken görmüştüm. Bugün olduğu gibi genelde hep aniden ortaya çıkarlar, benimle birçok konuda sohbet eder, öğüt verirler ve sonra yine aynı şekilde ortadan kaybolurlardı. Sanki faklı bir boyuttan gelip, yine o boyuta geri dönüyorlardı. Ama o gün ilk kez onlar benim karşıma çıkmadan ben onları görmüştüm. İkisi birlikte bir restorandan çıkmışlardı. Kuğulu Park yönüne doğru kaldırımdan yavaşça yürüyorlardı. Gizlice arkalarından takip etmiştim. Amacım aralarında neler konuştuklarını duymaktı. Acaba yalnız başlarınayken hangi konuları konuşuyorlar diye merak etmiştim. Neredeyse ortalarından geçecektim ama halen daha onları duyamıyordum. Dudakları oynuyor ama ağızlarından çıkan hiç bir sözcük duyulmuyordu. Asım Bey elinde küçük bir evrak çantası taşıyordu. Reşat Bey'de Asım Bey'in koluna girmiş ağır adımlarla yürüyorlardı. Kuğulu Parkın yanından ilerleyip, karşıya, Polonya Büyükelçiliğinin olduğu kaldırıma geçtiler. Oradan hızlı adımlarla Karum'un karşısından İran Caddesi boyunca yokuş yukarı tırmandılar. Seğmenler Parkı' na varır varmaz içeri girdiler. İki ihtiyar için sıkı bir yürüyüştü. Parkın içinde bulunan havuzun yanında ağaçların altındaki uzun oturaklara oturdular. Uzaktaki bir ağacın arkasında durup uzun bir süre onları izledim. Bir süre sonra Reşat Bey yerinden kalkıp, parkın üst kesimlerine doğru merdivenden çıkarak ağaçlık yol boyunca ilerleyerek, genç bir adam gibi dik ve zinde adımlarla gözden kayboldu. Ağacın altına dönüp baktığımda ise Asım Bey'de gitmişti. O sırada oturdukları yerdeki çanta dikkatimi çekti. Asım Bey' in elinde taşıdığı evrak çantasıydı bu. Hızlıca koşup, çantayı aldım. Etrafa bakındım ikisi de çoktan yok olmuş gitmişti. Çantanın üstüne kağıttan bir not iliştirilmişti. "Senin için bıraktık." yazıyordu. İçini açıp baktım, bir kitap vardı. Üstünde "Haydi kalk! Kalbine gidelim." yazıyordu. Kitabın sayfalarını çevirdim. Hepsi boştu. İkinci bir kez tüm sayfaları çevirdim. Sadece ilk sayfada el yazısıyla yazılmış bir yazı dışında başka hiç bir şey yazmıyordu. "Haydi yazmaya başla."




Önder Güngör / 13 Ekim 2016

Tamamını oku
Tarih: Kasım 30, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Okuyucu aranıyor.


Genç kız, Bahçelievler 49.sokakta, sadece üç masası olan küçük bir kafede oturmuş kahve içiyordu. Gazi Üniversitesi Fen Bilimleri Fakültesinde ikinci sınıf öğrencisiydi. Eğer bir hafta içerisinde kaldığı yurdun aidatını ödeyemezse yurttan çıkmak zorunda kalacaktı. Bir de arkadaşlarından aldığı borçları vardı. Büyük bir iç sıkıntısıyla elindeki telefondan instagram, tiktok, youtube ne varsa her birinden rastgele hikayeler izliyordu. Aslında izlemiyor sadece gözlerini yoruyordu. Parmağıyla ekranı kaydırmaktan başka bir iş yapmıyordu. Oflayararak elindeki telefonu masanın üzerine fırlattı ayağa kalkıp dükkanı üç adımda bitirip, geri dönüp tekrar üç adım atıp, yeniden geri döndü. İçi gibi dükkan da dardı. Hipodrom olsa sığmazdı oraya. Her yaptığı hareket sanki sıkıntısını daha çok arttırıyordu. Hızla kapıyı açıp dışarı çıkacakken, montunu, telefonunu ve hesabı ödemeyi unuttuğunu hatırlayıp, kapıyı kapattı. Montunu giymek için arkaya savurduğu anda duvara yaslanmış halde duran ferforjeden yapılmış gazeteliği devirdiğini gördü. Eğilip yere dağılmış olan gazete ve dergileri toplamaya çalıştı. Hepsini masasının üzerine koyup, ferforje kitaplığı düzelttikten sonra montunu çıkarıp masaya yeniden oturdu. 

Ağlamak üzereydi. Eline aldığı telefonu tekrar masaya bırakıp, dergileri oturduğu yerden rafa yerleştirmeye başladı. Son dergiyi de yerine koyacakken ön yüzünü çevirip adını okudu. "Yaşlılık" Gözlerini kısıp yazıyı yeniden okuduktan sonra içinden kadın dergisi, çocuk dergisi tamam da "Yaşlılık" ne ya diye geçirdi. İlk kez böyle bir dergi görmüştü. Sayfalarını hızlıca karıştırdı. 

Sayfanın birinde bir başlık vardı ilgisini çeken "Daha az zamanım olsa onu çoğaltmak için ne yapardım?" yazıyordu. Başlığın altında eğik bir yazı vardı. 

"Yaşlılık, hayatın sonbaharıdır; ama aynı zamanda meyvelerin toplandığı mevsimdir." Cicero. 

Yazıyı hızla okumaya başladı. Bir solukta bitirdi. Beğenmişti yazılanları. 

Var olan bir şeyin nasıl çoğaltılacağını yazıyordu. (Bir sonraki yazımda bu sırrı da yazacağım.)

 Baştan tekrar okudu. Yazının en altında çerçeve içine alınmış küçük bir yazı daha dikkatini çekti.

  "Okuyucu aranıyor. 23.Cadde 49/1" yazıyordu. 

Bu ne ki diye geçirdi içinden. İlan mıydı acaba? Diğer sayfalardaki yazılara baktı. Onların altında böyle bir not yoktu. Okuduğu yazıyı buldu. Başlığın altında yazarın adı vardı. "Mübeccel-İlhami" İlginç deyip dergiyi masanın üzerine bıraktı. Biraz telefonuyla oyalandıktan sonra, dergiyi yeniden eline alıp, az önce okuduğu yazıyı birkaç kez daha okudu. Derginin ilk sayfasında ve son sayfasında iletişim bilgilerini aradı. Ne bir telefon ne bir adres ne de bir isim vardı. Editorü olmayan, Genel Yayın Yönetmeni olmayan, adresi olmayan, telefonu olmayan dergi mi olur diye sinirlendi. Ne derginin kapağında, ne de içerideki yazıların hiç birinde tarih bile yoktu.

Telefonundan 23. caddeye baktı. Şaşkınlıkla oturduğu kafeye çok yakın olduğunu gördü. Her ihtimale karşı adresin fotoğrafını çekip, kasanın yanındaki masada oturan kıza, "Ben beş dakika içinde geleceğim. Eşyalarım burada kalsa olur mu?" deyip onayı aldıktan sonra yola koyuldu. Biraz yürüdükten sonra sola dönüp ilk apartmanın numarasına baktı. 45 numara. Doğru yoldayım deyip devam etti.  Bahçelievler' de henüz dönüşüme girmemiş sarı renkli iki katlı apartmanın önünde duruyordu. Bunun gibi küçük eski apartmanların önünden geçerken durup bakar, sonra da dönüşüm garabetiyle eskilerinin yıkılıp, hemen bu binaların yanında estetik bozuntusu yeni apartmanlara bakıp , aklından hep bu eski binalarda oturanlara imrenerek yoluna devam ederdi. Şimdi o sevdiği eski apartmanların birinin önündeydi. 

Apartmanın yan tarafındaki girişinde girdi. Ağır bordo renkli demir kapısını eliyle iteledi. Kapı açıktı. Emin olmak için telefonundaki fotoğrafa baktı. 1 no' lu dair hemen karşısında duruyordu. Biraz tereddüt ettikten sonra kapının zilini çaldı. İçeriden bir ses geldi. "Kim o?" O ana kadar bu kapının zilini çaldıktan sonra ne yapacağına dair herhangi bir düşüncesi yoktu. Gelen sese nasıl yanıt vereceğini bilmiyordu. Adını mı söyleseydi acaba? Ama nereden bileceklerdi ki onu?. Kısık bir sesle "Okuyucu" diyebildi. 

Kapının önce üst mandalı sonra da kilidi açıldı. Kapı yavaş yavaş aralandı. Karşısında aynı takım pijamayı giymiş ihtiyar karı koca vardı. Dimdik duruyorlardı. Kız kendisini davet eden konuta uyarak içeriye girdi ve salonda hemen pencerenin yanındaki koltuğa oturdu.

İhtiyar kadın elindeki kağıdı kıza uzattı.

1. Sabah saat 08.30 da burada olmanı istiyoruz.

2. Bize kitaplığımızdaki kitaplardan okumanı istiyoruz.

3. Kahvaltını bizimle birlikte yapabilirsin.

5. Buradaki görevin bu. Sadece kitap okumak. Çünkü bunlar senin için gerekli.

6. Bu işi fakülteyi bitirene kadar yapabilirsin. Karşılığında yurt kiranı ödeyeceğiz. Borçlarını da..

Son maddeyi okuduktan sonra kız şaşkınlıkla ve korkuyla başını kaldırıp,

"Siz kimsiniz?" diye sordu. Heyecandan ayağa kalkmıştı.

İlhami Bey kısık bir sesle, "Biz, Asım Bey ve Reşat Bey' in arkadaşlarıyız." dedi.

"Onlar da kim?" dedi kız. Bunlar ne saçmalıyordu?

Bu sefer Mübeccel Hanım konuştu.

"Aramıza hoş geldin. Bu senin gerçek anlamda ilk  günün." dedi ve "İyi okumalar." deyip, kıza kapıyı gösterdi. "Yarın sabah görüşürüz." diye ekledi.

Kız kapıya doğru yürürken tereddütle,

"Gözlük kullanmıyorsunuz. Sehpanın üstünde de bir çok kitap var. Bunların tamamını okuduğunuzu da tahmin ediyorum.. Neden benden okumamı istiyorsunuz?" dedi.

Mübeccel Hanım,

"Yıllar önce bir "Okuyucumuz." vardı. Önder Güngör. O "Yazıcı" oldu. Senin de "Yazıcı" olman için önce "Okuyucu "olman gerekiyor. Bu sefer seni seçtik." dedi.


Önder Güngör / Ankara / 30 Kasım 2025


Tamamını oku
Tarih: Kasım 26, 2025 Yazar: Yorum: 2 yorum

Burak şu havaları, yalın ol!


Dün sabah işyerimde rutin işlerimle uğraşırken bir mail geldi. Blogunu okuduğum ve defalarca da yorum yazdığım bir bayan arkadaşımdan. Arkadaşım diyorum ama sadece yazdıklarımızdan birbirimizi tanıyorduk.

"Merhaba Nasılsınız? Bugün öğle arasında Tunalı'da yemeğe ne dersiniz?. Tanışmış oluruz.? Eğer müsaitseniz buluşalım?"

 "Neden olmasın?" diye yazdım.

Sonraki maillerde yer ve saat konusunda anlaştık.

Saat 12.20'de işten ayrıldım. Tunus caddesinde biraz yürüdükten sonra Tunalı'ya bağlanan ara sokaklardan birine saptım. Buluşacağımız kafenin yerini biliyordum. Çok sık gittiğim yerlerden biri değildi.

Kafedeki masaların hepsi boştu. Arkalara doğru ilerledim. Daha önce ikimizde bloglarımızda resimlerimizi defalarca yayınlamıştık o yüzden tanıma problemi olacağını hiç düşünmedik. Zaten arka masalardan birinde kendisini görünce hemen tanıdım.

Blogdaki fotoğraflarından daha genç gözüküyordu.

İlk başlarda havadan sudan konuştuk. İşlerimizden bahsettik.

Ancak her seferinde konu bloglara ve yazılarımıza geliyordu. Zaten buluşma nedenimiz, birbirimizi tanıma aracımızda belki de buydu.

Blogda niye yazıyor, ne zamandır yazıyor, neleri yazıyoruz, niye yazmayı seviyoruz, neler okuyoruz..vb.. .hep bunları konuşuyorduk.

Bir süre sonra masalar dolmaya, gürültüler artmaya başladı. 

Yan masamızda iki tane adam otuyordu. Etrafımızdaki diğer masalarda da insanlar oturuyor ve yemeklerini yiyiyorlardı. Ama biz gelenin gidenin farkında değildik sadece durmadan konuşuyorduk. Ne çok konuşacak konumuz varmış.

- "Ben genelde blog'da günlük olayları yazıyorum. Gelecekle ilgili yazmayı sevmiyorum. Hikaye vb.. şeyler yazılıyor onlarda çok hoşuma gitmiyor. Hep yaşadığım olayları yazıyorum."  dedi.

- "Benim için fark etmiyor. Yaşadığım, yaşayacağım, hikaye, güncel konular aklıma ne gelirse onu yazıyorum. Karman çorman bir şey yani." dedim.

Arada bir yine konu başka konulara kaysa da genelde bu konular üzerinde gidip geliyorduk.

Yemeğimiz bittikten sonra çay istedik.

- "Sana bir şey soracağım." dedi.

- "Tabii sor." dedim.

- "Şu senin blogda ara sıra yazdığın hikayeler var ya. Onları nasıl uyduruyorsun. Birkaç kez bende hikaye yazayım diye heveslendim ama sonradan vazgeçtim. Konuları sıkıcı buldum. Bazıları halen daha taslak halinde duruyor." dedi.

- "Bilmiyorum. Yazıyorum işte." dedim.

-"Bir şey daha soracağım ama alınmak yok." dedi.

-"Alınmam rahat ol." dedim.

- "Ne bileyim bazen hikayelerini okuyorum ama biraz uçuk geliyor. Üstelik alakasız ve anlaşılması zor oluyor. Yani karışık. Bunların hepsini uydurmak için ne kadar zaman harcıyorsun."

- "İnan çok zaman almıyor." dedim.

- "Şu baston şemsiye hikayesi biraz ilginçti. Ama daha sonra ara sıra çıkan adamlar Asım Bey'le , Reşat Bey'le gizemli hikayeler, ne bileyim böyle kendine bir gizem vermeye çalışma olayın beni biraz blogundan soğuttu doğrusunu istersen. Yok tiyatrodaki olaylar, dört tane senin kavga etmen, parkta yerde geçmişini izlemen, birden fazla yaşanan hayatlar...Bence daha gerçekçi hikayeler yazsan daha çok başarılı olursun. Ne bileyim kendine sırlarla doluymuşsun gibi hava vermeye çalışma yalın ol bence. Günlük yaşadıklarınla ilgili hikayeler yaz." dedi.

- "Haklısın. Olabilir." dedim.

- "Sana bir şey daha soracağım yaklaşsana..."

Biraz ona doğru yaklaştıktan sonra kısık bir sesle.

- "Biliyor musun yanımızdaki masadakilerin hepsi bizi dinliyor." dedi.

- "Nasıl yani?"

- "Bak sağında iki tane adam otuyor biz geldikten hemen sonra geldiler ve hiç konuşmadılar sürekli bizi dinliyorlar. Solundaki kızlar var ya onlarda çok az konuşuyorlar ve sık sık bizim masaya bakıyorlar. Hele arkadakiler birazdan üzerine düşecekler sanki." dedi.

Önce adamlara baktım. Göz göze geldik. Gülümseyerek selam verdim. Sonra kızlara baktım onlar yemeklerini yiyiyorlardı. Dönüp arka masalara baktım. Bütün masalar doluydu, hiç boş masa yoktu ve herkes bir şeylerle meşguldü.

- "Yoo bence bizi dinliyorlarmış gibi gelmedi bana." dedim.

- "Bak biraz dikkat et. Sende fark edeceksin." diye ısrar etti.

Başımı "hayır" manasında iki yana salladım.

Daha sonra yeniden blog ve yazılar hakkında konuşmaya devam ettik.

- "Kalkalım mı? Benim işe yetişmem gerek." dedi

- "Sen kalk ben bir çay daha içeyim. Çünkü başka bir arkadaşımla daha buluşacağım biraz daha vakit geçirmem gerekiyor." dedim.

Vedalaştık ve apar topar kafeyi terk edip gitti.

Yan masadaki adamlardan biri boş koltuktaki pardösüsünü kaldırıp baston şemsiyesini aldı ve kalkarak karşımdaki boşalmış olan sandalyeye oturdu.

- "Eee evlat nasılsın?"

- "İyiyim, Asım Bey siz nasılsınız?"

Kafedeki tüm masalar doluydu ve herkesi tanıyordum. Çoğuyla daha önce defalarca karşılaşmıştık.

- "Hepiniz gelmişsiniz. Hayırdır düğün mü var?"

Asım Bey gülerek,

- "Hadi gel biraz dışarıda yürüyelim. Konuşacaklarım var." dedi.

Önder Güngör / Ankara / 2009 

Tamamını oku
Tarih: Kasım 23, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Haydi çık işin içinden.

Yıllar önce başımdan geçen gerçek bir olayı, geçenlerde blogumda ikinci şahıs anlatımıyla yayınlamıştım. Buradan bakabilirsiniz. Tık.(Kitaptan gelen yanıtlar)


O zamanlar, yaptığım eylem, davranış ve konuşmalarla başkalarının hayatlarını nasıl etkileyebileceğim hakkında derin düşüncelerim ve endişelerim vardı. Başkalarının hayatlarını "değiştirebilme" konusunda ciddi kaygı duyuyordum. Şimdilerde bu tür hislerim tamamen azaldı. Ama eskiye geri dönmek istiyorum. Çünkü bu azalma benim ruhsal çalışmalarımı azalttığım hatta ruhsal yönden çok ama çok gerilediğim anlamına geliyor. Yani yaptığım eylem ve davranışların sonuçları ile ilgilenmediğim, umursamadığım sonucu doğuyor.

Yine o eski günlerin birinde, eylemlerimin, başkalarının hayatlarını nasıl etkilediği üzerine düşündüğüm günlerde, karşıma bir youtube videosu çıkmıştı. Dünyaya gelen tanrısal bir kişinin, olayları ve hayatları nasıl da etkilediğini gösteriyordu.

Onu aşağıya ekledim. Buyurun izleyin.


Tamamını oku
Tarih: Kasım 22, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

İyi duygularrrr.

 



Duygular;
Sevgi, korku, nefret, kin, heyecan, öfke, sevinç, panik, utanma, gücenme(kırılma, darılma) vb.. bir sürü duygumuz var. Bunları tarif etmeye çalışsak, belki de hepimiz daha farklı cümlelerle tarif ederiz. Çünkü her birimiz bunları daha farklı hissederiz.

Aslında bu yukarıda yazdığım duygulardan bahsetmek istemiyorum. Farklı bir duygudan bahsetmek istiyorum. Hani karlı bir kış günü arabamıza bineriz, kontağı çevirir çevirmez radyoda bir şarkı çalmaya başlar ya…O şarkı alır bizi bir yerlere götürür ya... Aniden yazın gittiğimiz bir yer, yolda olduğumuz bir an, güneşin altında uzanıp keyifle içimize çektiğimiz bir manzara, sevdiğimiz dostla sohbet ettiğimiz bir anı, ya da sevgiliyle vb.. bir an gelir ya aklımıza…İşte bu duygu benim en sevdiğim duygudur. Bu duyguya bir ad veremiyorum. Acaba yukarıda saydıklarımdan hangisine giriyor bilemiyorum…

İyi duygular diliyorum….


Önder Güngör / Ankara 



Tamamını oku
Tarih: Kasım 16, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Yakala onu


Sabah erken saatte arabaya bindin işe gideceksin. Yol yarım saat. Bluetooth bağlantısı tamam, şarkı listeni açtın, bastın gaza.

Yarım saat sonra iş yerine geldin. Arabayı park ederken ben nasıl geldim ya yolu hiç hatırlamıyorum dediğin oldu mu hiç?

Olmuştur.

Benim çok oldu. Deserebre halde yaşıyorum çoğu zaman. Konfüze.

Ama bunu bana yapan birisi var. Nerden mi biliyorum? Çünkü onu defalarca suç üstü yakaladım.

O benim içimdeki/beynimdeki küçük adam. Yooo büyük adam. Ya da öyle birisi. Sürekli benimle konuşuyor. Aslında seninle de konuşuyor. Sen de onu defalarca suç üstü yakalamışsındır. Kim mi bu? Kimleri ego diyor kimileri iç ses diyor. Aslında o bir metafor. Kimi zaman öğüt veren, kimi zaman sorgulayan, kimi zaman da hayal kurduran bir figür.


Onu susturmanın yolu yok. O asla yok olmaz. Ama onu dizginleyebilirsin. Eğitebilirsin. Eğer onun nasıl biri olduğunu öğrenirsen bu dediklerimi yapabilirsin. Ben bazen başarabiliyorum bunu.

Onun nasıl biri olduğu hakkında sana bilgi vereyim.

Sabah arabaya binmiştin ya oradan başlayalım. Müziği açtığın andan.

Çalan şarkı sana hüzünlü geldi. Biraz neşelenmek için müziği değiştirdin.

Sıla' nın şarkısı çalıyor.



Hadi kalk gidelim hemen şu anda
Kapa telefonunu, bulamasın arayan da
Açarız radyoyu
Yol nereye biz oraya

Şarkıyı duyunca  bu hafta sonu Cuma' dan izin alıp tatile gideyim diye aklından geçirdin. Küçük adam hemen olaya müdahil oldu. Sana bir önerme gönderdi. Gönderdiği önerme "İş yerinden izin alamazsın." Sen zihninde hemen iş yerinden nasıl izin alacağını düşünmeye başladın. Aklından deli bir soru geçiyor. "Ya izin vermezlerse."

İzin işinde kendini ikna ediyorsun. Bu sefer arabayla gitsem daha iyi olur diye düşünüyorsun. Küçük adam yine devreye giriyor. "Arabayla tek başına nasıl gideceksin. Yorulursun, uykun gelir, yollar kalabalık olur." diye bir sürü önermeyi zihnine yolluyor. Başlıyorsun bu olasılıkları sıradan geçirmeye. En sonunda her şeye rağmen arabayla gitmeye karar veriyorsun. Ama içindeki o küçük adam susmuyor. Seni bu tatilden vazgeçirecek. "3 günlüğüne o kadar para verilir mi?" diye başka bir önerme gönderiyor sana. Sen onunla baş ederken başkaları, başkaları, ve bir başka önerme daha zihnini meşgul ediyor.

Sonra işe geldiğinde, o yarım saati nasıl geçirdiğini hatırlamıyorsun. Halbuki bir çok kırmızı ışıkta durdun, soldan seni sıkıştıran arabaya yol verdin, önünde yavaş giden arabayı sollayıp öne geçtin ve daha bir çok şeyi farkında olmadan yaptın ve işe geldin. Evet az önce kilit cümleyi kullandım.

FARKINDA OLMADAN!

Bingo!

İşte içindeki o küçük adamı nasıl dizginleyip, eğitebileceğinin yanıtı.

FARKINDALIK!

Onu susturmayacaksın. Çünkü o susmaz. Ama onu fark edeceksin. Suç üstü yakalayacaksın.

Onu fark ettiğinde, o suçlu gibi başını eğip, kenara çekilecektir.

Ya da onu eğiteceksin. Ancak bunun için önce kendini eğitmen gerekecek. Çünkü o senin küçük bir yansıman. Sen olumsuz bir kişiliksen o da olumsuz önermeler sunar, sen olumlu bir kişiliksen onun önermeleri de olumlu olur.

Kabak yine senin başına patladı.


Önder Güngör / Ankara / 16 Kasım 2025









Tamamını oku
Tarih: Kasım 15, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

İçimizdeki Şaman / Nil GÜN

Foça 2009 / Önder Güngör


Küçük bir alıntı,

"Bazen yaşananları düşündükçe uyku uyuyamaz ya da çok uyur, yemek yiyemez ya da çok yer, kabuslar görebilir, vücudumuzda hayali ağrılar yaratabiliriz. Aslında tüm bunlar orijinal korku yaratan olguyla bağlantımızı tamamlamak ve özgürleşmek içindir. Kabuslar bu deneyimden öğrenmemiz gereken ve kaçırdığımız bazı verileri bize sunmak içindir. Kabusları bilinçlice aşmak için uyanık halde olayı hayalimizde yeniden yaşamak gerekir. Bilinçle yaşanan bir olaya bilinçaltı artık müdahale etmez."

Nil Gün/İçimizdeki Şaman kitabından

Tamamını oku
Tarih: Kasım 14, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Joan Baez - Ankara - Üstesinden geleceğiz.

Her zaman yaptığımız gibi Tinto Blanco'da çocuklara yemek yedirdim. Yemek sırasında kafedeki barkovizyonda Joan Baez ile Mercedes Sosa, Gracias A La Vida 'yı birlikte söylüyorlardı. Harika bir videoydu. Hemen alta videoyu ekledim.


Fotoğraf: Martial Trezzini/EPA/Shutterstock




Tabi bu videoyu izlerken anılar aktı gitti..1988 yılında Joan Baez' in Ankara Hipodrom'undaki konserini hatırladım. Ankara' nın ılık bir akşam üstünde yayılmıştık çimenlere. Başımızda kavak yelleri, elimizde biralar, sahnede Joan Baez..

Geçen Temmuz'da Zeynep Oral' ın bu konserle ilgili bir yazısı vardı Cumhuriyet' te.

"Ankara’da Murat Karayalçın belediye başkanı... (1989) Ankara Hipodromu’nda konseri var. Tam üniversite sınavlarının bittiği günün akşamı. 50 bin genç Hipodrom alanını doldurmuş. Finale doğru herkes ayakta! Gençler sarmaş dolaş dans ediyor. “Gracias a la Vida” şarkısını finalde beş kez tekrarlatıyorlar.. “Gençler birbirlerinden ayrılsın istemedim” diyor, bir daha söylüyor. Bir de polislere rica ediyor, “Kasklarınız çok parlıyor, acaba çıkarabilir misiniz” diye. Ve evet, evet çıkarıyorlar. Hepimiz polisleri alkışlıyoruz!"

Daha sonralarda Joan Baez' in Türkiye'ye ilk kez 1988 yılında geldiğini Refik Durbaş'ın Sabah Gazetesi'ndeki yazısından öğrendim. İlk olarak İstanbul'da konser vermiş. Bu konser öncesi Sultanahmet'i gezmiş. Ayasoyfa ve Sultanahmet Caminden etkilenmiş. İstanbul üzerine duygularını bir şiire dökmüş. Refik Durbaş'ın bu güzel yazısının geri kalanını olduğu gibi aktarıyorum. 

"Konseri vereceği gün Sultanahmet'i dolaşır. Ayasofya ile Sultanahmet camisinin kardeşliğine vurulur. Boğaz'ın güzelliği duygularını ayaklandırır ve bu heyecanına bir şiirle hayat vermek ister. İstanbul'un güzelliği karşısında duygularını söylediği şarkılarla birlikte şiiriyle de paylaşmak istemektedir. 
O yıllar "Milliyet Sanat Dergisi"ni yöneten Zeynep Oral, şiiri Türkçe'ye çevirmiştir, buna bir de "şair eli" değsin diye düşünür. 
Akşam, Lütfi Kırdar Spor ve Sergi Sarayı'nda konser başlamak üzeredir.
Sahnede Joan Baez ile Genco Erkal... Ve sürpriz: Genco Erkal şiirin Türkçe'sini, Baez de İngilizce'sini okuduktan sonra şöyle diyecektir: "Ben, İstanbul üzerine duygularımı kelimelere dökmeye çalıştım, ama duygularım Türkiye'nin iyi bir şairi elinde Türkçe'de yeniden yaratıldı. Bu şaire, Refik Durbaş'a teşekkür ederim."" 
(http://www.sabah.com.tr/yazarlar/durbas/2004/07/21/yuregin_sesi_joan_baez)

Alta, o güne ait bir konser videosu bırakıyorum.


Ankara'da hipodromun çimlerine yayıldığımız konser gününün üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen o günü çok iyi hatırlıyorum. Daha yolun başındaydık...

Önder Güngör / Ankara /2016
Tamamını oku
Tarih: Kasım 10, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Mandıra Filozofu


 

Yıllar önce size Rüya Satan Adam (Rüya Taciri) filmi için kısa bir not yazmıştım. Burada.

Hatta film için, bizim Mandıra Filozofu bundan bir tık daha iyi demiştim. Geçenlerde Mandıra Filozofu ' nu bir kez daha izledim. Aslında hepimiz Mandıra Filozofu' yuz.😀 Dilimizden güzel kelimeler akıyor ama sadece dilimizden. Sorsan; herkes Mustafa Ali gibi konuşur. Ama yaşamaya gelince...

Mustafa Ali' nin sahnesi;

"Modern hayat insana kurnaz olmayı öğretiyor." diyerek başlıyor.

"Ferhat dağları delmek yerine buldozerle geçseydi, Mecnun, Leyla' nın aşkıyla çölde kavrulurken klimalı ciplerle gezseydi aşkları efsane olur muydu?" diye devam ediyor.


50 yaş üstünde olan bizler bile "Eskiden sevdiğimiz kızın yanından geçerken yüzümüz kızarırdı. O zaman her şey daha masumdu." demiyor muyuz? Sevdiğimiz kızı görmek için günde elli kere evinin önünden geçmez miydik? Ya da gizlice, hiç kimseye belli etmeden masumca takip etmez miydik peşinden? Utangaç bakışlar atmaz mıydık sınıftaki sıraların üstünden? 

Şimdi demiyor muyuz gençler için, "Ellerinde telefon "Like' la beni amk" diye sevgiliye mesaj atmalar. Küfürlü yazışmalar." yapıyorlar diye. 

Sahi şimdilerde şiir okuyan ya da şarkı sözlerini anlamıyla dinleyen genç kaldı mı? 

Yoksa biz miydik son Mecnun, son Ferhat, son Leyla...

Şu güzel dizeleri kimin yazdığını bilen genç kaldı mı günümüzde?

“Seviyorum seni, ekmeği tuza banıp yer gibi,
Geceleyin ateşler içinde uyanarak,
Ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi…”
Nazım Hikmet


Ya da sevgilisi için aşağıdaki duyguları hisseden.

“Ağzım kuruyor, dilim dönmüyor, Anlatamıyorum.” Orhan Veli

Filmde en sevdiğim sözlerden biri de "İnsan sesini değil sözünü yükseltmeli. Çünkü yaprakları yeşerten gök gürültüsü değil yağmurdur."

Ve Mustafa Ali, Bukowski ile devam ediyor mesajlarına,

"En mutlu insanlar her şeyin en iyisine sahip olanlar değil, sahip olduklarını kaybetmeyecekmiş gibi sevenlerdir." 

Cahit, tekneden koya gelip, Mustafa Ali' ye "Buranın sahibi kim?" diye sorduğunda Mustafa Ali' nin "Ben kiracıyım?" 

"Peki sahibi kim?"

"Kimilerine göre Allah, kimlerine göre Tanrı" dediği bölümde, daha önce blogumda alıntıladığım bir hikaye aklıma geldi.

Hayatın anlamını kavramak için dünyayı dolaşmaya çıkan bir genç, gezdiği ülkelerden birinde ünlü bir bilgeyi ziyarete gider. Gezgin genç, bilgenin yaşadığı evde, tüm duvarların kitaplarla kaplı olduğunu görür... Fakat evi dikkatle gözden geçirdikten sonra, yerde bir kilim, duvar dibinde yatak olarak kullanılan bir sedir, ortada ise bir masa ve sandalyeden başka evde hiçbir eşyanın olmadığını görür ve merakla sorar: 

"Neden hiç eşyanız yok?" der. "Koltuklarınız, kanepeleriniz, büfeleriniz... Onlar nerede?" 

Bilge, bu soruya karşılık olarak kendi bir soru sorar gezgin gence; 

"Senin de yalnızca, sırtında taşıdığın küçük bir çantan var, yavrum" der. "Peki, senin eşyaların nerede?" 

Gezgin genç, kendini savunurcasına yanıtlar bu soruyu: 

"Ama görüyorsunuz.... Ben yolcuyum."

Bilge:

"Ben de öyle, yavrum" der...

Filmde çok manidar bir replik daha var.

"Yani bu ülkedeki tüm tavuk çiftliklerini satın alacak kadar paranız var, ama tek bir yumurta bile yiyemiyorsunuz, öyle mi?"

Sonra da filmi izleyen herkesin kafasında yaptığı "Ömrünün geri kalanında yaşayacağı yaz tatili sayısı hesabı."

Herhalde herkes bu hesabı sessizce içinden yapmıştır.

Bir replik daha:

"Bu bir Iphone 5 mi?" (Filmin ne zaman çekildiğini buradan anlayabiliriz.😉😌)
"Evet"
"Hayatınızda daha kaç tane Iphone görebileceksiniz Bay Cavit? Hatta onu tasarlayan Steve Jobs bile sadece dördünü görebilmişti."

Tatil ve Iphone hesapları Cavit' in yüzünü değiştirir. Ve Cavit yüzmeye karar verir.😥

Benden bu kadar gerisi sizden.

Önder Güngör / Ankara / 10.11.2025


Tamamını oku
Tarih: Kasım 08, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Sarı ışık

 



Yatağında uzanmış karnını tutuyordu. Tüm geceyi uyku ile uyanıklık arasında geçirmişti. Karın ağrısı, kabuslar, sersem bir uykuydu..
Terliklerini giyip, yatak odasındaki boy aynasının karşısına geçti. Gözlerini kısarak kendisine baktı. Bir süre sonra ayaklarından başına kadar vücudunu saran tüm renkleri görmeye başladı. Eğer dışarıda rüzgarlı bir havada olsaydı, ya da kalabalık bir yerde olsaydı, vücudundan bulut şeklinde küçük küçük renklerin koparak ayrıldığını, aynı şekilde de yerine yenilerinin geldiğini görecekti. Ancak yatak odasında sadece renkleri ve hareketlerini görüyordu. Vücudunu dikkatlice inceledi, kahverengi ve gri renkleri arıyordu. Kendisinde siyah renk olmayacağını biliyordu. Bu incelemeyi defalarca yapmıştı. Sadece son zamanlarda biraz ihmal etmişti. Nereye bakması gerektiğini biliyordu. Hızlı bir bakıştan sonra karnına odaklandı. Sarı bir ışık hüzmesinin içinde, gri ve kahverengi renkleri gördü. İnce birer çizgi gibiydiler. Onları çok önemsemedi. Daha da dikkatli bakınca devinim halindeki sarı rengin tonları içinde uçuşan siyah renkleri görünce endişesi arttı. İlk kez vücudunda siyah renkle karşılaşmıştı. Derin bir nefes aldı. Biraz korku, biraz da endişeyle karışık bir histi hissettikleri....
Hızlıca dün akşam sandalyenin üzerine bıraktığı kıyafetlerini giydi. Sonra sakinleyince tekrar çıkardı. Acemice davrandığı ve panik olduğu için kendi kendine gülümsedi. Salona giderek her zamanki koltuğuna oturdu. On dakika kadar nefes egzersizi yaptı. Sonra tekrar giyindi. 
Arabasını çalıştırdığında hangi yöne gideceğini kafasında planlamıştı. Nisan ayının ilk haftasıydı.  Daha öncede bir arkadaşı için, yine Nisan ayında oraya gitmişti. Konya yoluna çıktığında halen daha nefes egzersizine devam ediyordu. Bala yoluna doğru döndü. Yaklaşık yarım saat kadar arabayı sürdü. Yüksekçe bir tepenin yanında durdu. Güneş parlaktı, havada bahar kokusu vardı. Derin bir nefes alarak tepeye tırmandı. En tepeden aşağılara ve uzaklara bakındı. Sarı bir renk arıyordu, ama içinde mavi ışık kıvılcımları da olması gerekiyordu. Arkasına dönüp daha yüksek tepelere doğru baktı. Yaklaşık yüz elli,, iki yüz metre kadar ileride büyük sarı ışık hüzmesini gördü. Oraya doğru tırmandı. Geçen yılda buna benzer sarı ışık hüzmesini buralarda görmüştü. Işığa iyice yaklaştı. Bunlar mor renkli küçük dağ çiçekleriydi. Sadece kendisine yetecek kadarını topladı. Çünkü diğerlerini başkaları için bırakması gerekiyordu. Yani doğada yaşayan hayvanlar için..Onlar da bu sırrı biliyorlardı çünkü..


Saatlerce bu çiçeklerin yanında oturdu. Vücudundaki ışıkla, bu ışık huzmesi arasındaki etkileşimi gözlemledi. Çiçeklerden kopan sarı ışık bulutlarının kendi vücuduna girişini bir kez daha hayranlıkla inceledi. Bu bir mucizeydi. Hiç bir şey yapmasına gerek yoktu. Sadece yanlarında oturması yeterliydi. Saatler sonra kalktı. Arabasına doğru ilerlerken, küçük bir tepenin üzerindeki ağaçlardan yayılan büyük yeşil ışık huzmesini gördü. Bir arkadaşının göğüs ağrısı için ağaçların yapraklarından topladı. Ağaçların arasında çok kuvvetli bir turuncu ışık gördü. Küçük yeşil bir ottu. Onu da kasık ağrısı olan bir arkadaşı için topladı.
Eve geldiğinde, güneş yatay pozisyona geçmişti. Kendisi için topladığı mor çiçekleri yaptığı salatanın üzerine koydu. Arkadaşları için topladığı bitkileri kuruması için balkona asmıştı.
Salatasını yerken Lokman Hekimi düşünüyordu. Bir tepenin üzerinde durmuş sarı ışık huzmesi arıyordu...


Önder Güngör / Ankara / 08.11.2025

Tamamını oku
Tarih: Kasım 03, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

7.Cadde' de garip bir dükkan.



Bir arkadaşımla Bahçeli 7.Caddede buluşmak için sözleşmiştik. Saate baktım. Buluşmamıza daha bir saat vardı. Kendimi aç hissettiğim için etrafta pizzacı aradım. Vejetaryen olduğumdan dışarıdaki yemek seçeneğim oldukça azdır. Ömrüm boyunca "Ne yemek yersiniz?" sorusuna "Fark etmez. Ne olsa yerim." diyenlere imrenmişimdir. Oysa tüm menüde, benim için bir iki tane seçenek anca bulunur.

Garsona vejetaryen pizza siparişi verdikten sonra çantamın içindeki kitaplardan, "Tanrı ile Sohbet-1" i çıkardım. Bu ayki okuma kitabımdı. Nerede kaldığımı bulmak için sayfalara hızlıca göz gezdirdim. Kitap okurken kitap ayıracı hiç kullanmadığım gibi, kaldığım yeri işaretlemek için kitabın ucunu kıvırmam, arasına herhangi bir şey de koymam. Çünkü kaldığım yeri ararken sanki kitabın son bölümlerinin bir özetini okumuş gibi hissederim kendimi. Paragrafların ve sayfaların bir bölümünü okur, atlayarak diğer sayfalara geçer ve kaldığım yeri bulurum. Hatta, okuduğum bazı yerleri yeniden okuyunca, dikkat etmediğim anlamları keşfeder ve orayı yeniden okurum. İşte gözden kaçırdığım bir bölüm daha;
"Bilmek, yoğun şükran duygusunun olduğu yerde olur. Şükran, önceden teşekkür etmektir. İşte bu yaratıcılığın en büyük anahtarıdır; yaratılacak olan için önceden memnuniyet duymak, önceden bilmek. Bu, ustalığın göstergesidir. Tüm ustalar önceden bir şeyin olduğunu bilir.(Olmuş olarak görür.)"

Pizza ve bira benim için güzel ikilidir. Hesabı ödedikten sonra, geri kalan zamanımda da biraz yürümek iyi olur diye düşündüm. Bahçeli 7.Cadde' nin öğrenciliğimde güzel anıları olmasına rağmen, benim için popülerliği azalmış bir caddedir. Öğrenciliğimde, özellikle ılık yaz akşamlarında, gecenin geç saatlerine kadar burada yürüyebilirdiniz. Sanki o zamanlarda Sim'den aldığımız dondurmalar daha bir lezzetliydi. Cadde daha bir havalıydı. İnsanlar daha bir güzeldi. Ben daha bir heyecanlıydım.

Bu düşüncelerle yürürken küçük bir dükkanın vitrini gözüme ilişti. Diğer dükkanların arasına sıkışmış küçücük bir dükkandı. Pencereleri ve kapısı beyaz tahtaydı ve boyayla boyanmış, ancak yıpranmış ve boyası yer yer dökülmüş durumdaydı. Tabelası sökülmüş, camında da "Çok yakında kapanacak" yazıyordu. Dükkana yaklaşıp, camından, şaşkınlık ve tebessümle vitrindeki iki mandoline baktım. Birisi benim, diğeri de ikiz kardeşimin küçüklüğümüzde kullandığımız mandolinlerin aynısıydı. Tahta kapıyı zorlayarak açtım. İçerisi dışarıdan göründüğünden daha küçüktü. Köşedeki sandalyede bir bayan oturuyordu. Siyah saçlıydı, saçlarını her iki yandan örmüştü. Gözleri iriydi, siyah ve parlaktı. Benden yaşlı olduğunu tahmin ediyordum, ancak müthiş bir enerjisi vardı. Böyle aurası olan insanlara çok seyrek rastlardım. Ayağa kalkıp, bana doğru yaklaştı. O zaman bütün betimlemelerim ve düşüncelerim değişti. Ne yaşlıydı, ne gençti, ne güzeldi ne çirkindi...Muazzam bir çekiciliği vardı. 
"Hoş geldin." dedi, doğrudan samimi bir hitap şekliyle. Ben ise temkinli bir şekilde, 
"Hoş bulduk" dedim.
Dükkanın içi bomboştu. Sadece dışarıdan görünen iki mandolin dışında hiç bir şey yoktu. Gerçekten de çok yakında kapanacak izlenimi vardı. 
"Vitrindeki mandolinlerin aynısından benim de var. Bakabilir miyim?" dedim.
"Tabii ki bakabilirsin. Onlar zaten senin." dedi.
Şaşkınlıkla kadına baktım. Benim mi? Ne demek o? Kadının dediğini çok da ciddiye almadım. İçimdeki soruları bastırarak küçükken benim mandolinimin aynısı olan mandolini elime aldım. Aynı benimki gibi Adil İmer yapımıydı. Aman Allah'ım.. Bu mandolin gerçekten de benim mandolinim aynısı idi. Yıpranmış yerleri, rengi atmış tahtası, parmaklarımın kirlettiği nota yerleri, hatta üzerine sıkıştırılmış eski penası...Bu bu benim mandolinimin aynısıydı.
Kadına baktım. Gülümsüyordu.
"Dedim ya senin mandolinin." diye yineledi.
Şaşkınlıkla, "Ama bu benim" dedim." Nasıl buraya gelmiş?" Aklımdan mandolinimin evde nerede olduğunu bulmaya çalıştım. Daha bir hafta önce görmüştüm. Gardırobun üstünde duruyordu. Acaba eve hırsız mı girmişti? Onu çalıp buraya mı getirmişti? Ama eve hırsız girse haberimiz olurdu. Hem hırsız niye bir tek onu çalsındı ki? .Kadının sesiyle düşüncelerim uçup gitti.
"Tanrı ile sohbet ediyor musun?" dedi.
"Anlamadım" dedim. Aslında kadının ne dediğini gayet iyi duymuştum ama ne diyeceğimi bilemiyordum.
"Tanrı ile sohbet ediyor musun?" diye tekrarladı. Etkileyici bir ses tonu vardı. Ne dediğinden çok nasıl söylediğine, sesine, yüzüne, dudaklarına dikkat ediyordum.
"Hayır." dedim, ne söylediğimin farkında olmadan. Ömrüm boyunca birçok soru ile karşılaşmıştım. Entelektüel toplantılarda, yapmacık, laf olsun diye sorulan yada cevabının dinlenmeyeceğini bildiğim bir çok garip sorularla karşılaşmıştım Hatta ben bile bu tür saçma sapan sorular sormuştum. Ama ilk kez, biri bana tanrı ile sohbet edip etmediğimi sormuştu. Üstelik insanın üzerinde muhteşem bir etki bırakan bir kadın tarafından sorulmuştu bu soru. Birden aklıma az önce okuduğum kitap geldi. Adı bu değil miydi? "Tanrı İle Sohbet".
Soruyu yumuşak bir ses tonuyla tekrar kulaklarımda hissettim.
"Sohbet etmelisin bence." dedi.
"Bununla ilgili bir kitap okuyorum." diyebildim ancak. Garip olaylar içerisindeydim. Küçük bir dükkan, güçlü bir auraya sahip olan bir kadın, elimde buraya nasıl geldiğini bilmediğim kendi mandolinim ve tuhaf sorular.
"Demek bununla ilgili bir kitap okuyorsun. Çantanda taşıdığın tanrı ile sohbet etmenin kitabını yani."
Çantamdaki kitabı nerden biliyordu? Mutlaka kafede okurken görmüştür diye düşündüm.
Kadın devam etti.
"Tanrı ile sohbet etmenin kitabını okumak yerine tanrı ile sohbet etmelisin." dedi. Kapıyı açıp dışarı çıkmamı işaret etti.
Elimdeki mandolini aldığım yere bırakıp verilen emre itaat ettim. Sanki hipnotize olmuş gibiydim.
Aklım karışık, neyin gerçek neyin gerçek dışı olduğunu bilemeden dışarı çıktım. Kalabalık bir otobüsten durakta inmiş gibi hızlı adımlarla uzaklaştım. Ama niye gidiyordum ki? Daha içeride kalıp, mandolinimin oraya nasıl geldiğini soramadım. Hem çantamdaki kitabı nasıl biliyordu? Üstelik tanrıyla sohbet et ne demekti? O kadın kimdi? Hızla geri dönüp dükkana doğru yürüdüm. Ama dükkan arkamda yoktu. Ne kadar hızlı yürüdüysem, çoktan mesafeleri aşıp gitmişim. Biraz daha yürüdüm ama dükkanı bulamadım. Defalarca 7.Caddeyi dolaştım ne öyle bir dükkan vardı ne de o dükkan hakkında bilgisi olan biri.


Önder Güngör / Ankara / 08 Kasım 2015

Tamamını oku
Tarih: Ekim 30, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Yirmi yedi yıl sonra görüşürüz.

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi 3. sınıftaydım. 1991 yılının baharıydı. Bahçede sırtüstü çimenlerin üzerine uzanmış, yukarıdaki ağacın yapraklarını sayıyordum. Bir, iki, üç…

Yanımdan geçen üç kişiye başımı çevirerek baktım. Aynı sınıftaydık. Birbirimizi görmezden gelmeye alışmıştık. Selamsızdık, sınıfın diğer yarısıyla olduğu gibi. Onlar yürümeye, ben saymaya devam ettim. Dört, beş, altı, yedi….
Birden yapraklar üzerime düşmeye başladı. Sanki ağacın kocaman gövdesini bir dev sallıyordu. Toprak titredi. Gözlerimi kapattım. Bir şeylerin hızla akıp gittiğini hissettim. Zaman.
2018 yılının sonuydu. Meyhanenin önündeydim. Taksiden inerken şoföre hemen gitme yanlış gelmiş olabilirim dedim. Yanlış gelmemiştim. Aklımdaki soruya yanıt bekliyordum. Acaba içeri girmeli miydim? Aradan geçen yirmi yedi yıl sonra ne anlamı vardı. Üstelik bu tür buluşmaları hiç sevmezdim. Hayatımı birbiriyle kafa kafaya gelen, sonrada yoluna devam eden karıncalar gibi yaşamıştım. Belki de bu yüzden hiç dost edinemedim.
Acaba taksiye geri dönüp, başka bir yere mi gitmeliydim? Elimle şoföre gitmesi için işaret ettim.
Meyhanenin müziği dışarıdan duyuluyordu. Candan Erçetin’ in Gamsız Hayat şarkısı çalıyordu.

Sormayın neden bu durgunluğum
Görmeden kuytu yaralarımı
Sormayın neden bu huysuzluğum
Bilmeden saklı duygularımı

Masada dört kişi vardı. Sıcak bir tokalaşma ile merhabalaştık. Önce isimleri hatırlamaya çabaladım, sonrada anıları yakalamaya.
Sandalyeye otururken aklımdan sadece şu soru geçiyordu.

Doğru yerde miyim?

Üniversitede iki yıl kaybetmiştim. Her parçam ayrı bir sınıfta kalmıştı. Esmer yıllardı o yıllar. Ne kara, ne beyaz. Ne iyi, ne kötü, ama çirkin.
İlerleyen zamanda dokuz kişi olduk. Bazılarıyla birlikte okuduğumuz süre içinde hiç konuşmamıştık. Hatta selamlaşmamıştık bile. Aynı masada kalem tutmuşluğumuz yoktu, şimdi ise kadeh tutuyorduk.
Başımı kaldırıp, herkesin yüzüne tek tek bakıyordum. Gülüşler, mimikler, hatta baş çevirişler bile aynıydı. Zamanı kandırmışlar, kendilerinde bir şeyleri saklamışlardı. Gelip geçen yıllar, gözlerine dokunmamıştı.
Elimdeki kadehi yudumlarken, masada uçuşan isimleri hatırlamaya çalışıyordum. Hayat bazılarının yakasından, bazılarının ise omzundan tutmuştu.
Derin bir nefes aldım, ne hissediyorsun diye sordum kendime?
Harika.
Doğru yerdeydim. Sevmiştim bu buluşmayı.
Sıcak bir sarılmayla vedalaştık.
Taksinin radyosunda Sıla çalıyordu. Biraz sesini açmasını istedim şoförden.

Zamanı, vakti var derken o gün geldi çattı
Açtım gül kokan, gül kurusu bakan o eski sandığı..
Davetsiz bu hayatın mutlaktır oyunları
Kaybettik mi yoksa kazandık mı? Ben sustum cevabını..
Evimde hem de baş köşede yerin var, sakladım!

Bu akşam sarhoş olmuştum, ama içtiklerimden değil anılarımdan.
Başımı koltuğa yasladım, gözümü kapattım. Şoför o halimi görünce camı açtı. İçeriye serin bir rüzgar girdi. Zaman uçtu gitti.

Gözlerimi açtım. Ağacın yapraklarını saymaya devam ediyordum. Sekiz, dokuz, on…
Doğrularak çimenlerin üzerine oturdum. Bizim sınıftan iki kız geçiyordu yine. Selamsız olduklarımdan. Göz göze gelince, merhaba diyerek el salladım. Şaşırmışlardı. Birbirlerine bakıp, bu şimdi bize niye selam verdi ki edasıyla, başlarını öne eğip gittiler. Ayağa kalkıp, arkalarından kısık sesle,
Yirmi yedi yıl sonra görüşürüz dedim.


Önder Güngör / 2018 / Ankara

Tamamını oku
Tarih: Ekim 29, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Son zamanlarda Youtube' da ne izliyorum? Yaşa Bu Hayatı Tolga Yalçın

Youtube videoları vazgeçilmezim. 

Nasıl ki antik dönemlerde İskenderiye Kütüphanesi, Pergamon Kütüphanesi, Beyt' ül Hikme o dönemlerin en büyük bilgi merkezleri ise internetin en büyük kütüphanesi de benim için Youtube' dur. 

Hatırlayanlarınız vardır. Eskiden salon vitrinlerinin içinde ciltler halinde Meydan Larousse ansiklopedilerimiz olurdu. Bayağı da pahalı satılırlardı. Ben çoğu zaman rastgele bir cildi seçer sonra da yine rastgele açtığım sayfaları okumayı çok severdim.

Bir de milliyet çocuk dergisi alırdım. Onun orta sayfalarından bir kaç sayfayı telleri ayırarak çıkarır biriktirirdim. Bunlar da mini ansiklopedi olurlardı benim için. Ama bir arkadaşımdan öğrenmiştim. Biriktirme oku demişti. O yüzden ilgim olsun olmasın her bilgiyi okur öyle arşivlerdim. Sonradan faydasını çok gördüm. 

Neyse... Dönelim yazımın başlığına.

Bu aralar Tolga Yalçın' ı çok izliyorum. Yaşa Bu Hayatı Youtube Kanalı.

Tolga' yı izlediklerimden tanıyorum. Çok naif, akıllı, bilgi dolu bir arkadaş. 

Kanalından birkaç videoyu aşağıya bırakıyorum.









Tamamını oku
Tarih: Ekim 28, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Bu gök kubbe altında söylenmemiş söz yoktur.

 


Cicero: "Bu gök kubbe altında söylenmemiş söz yoktur" demiş.
İngilizlerin meşhur bir deyimi vardır. "Nothing new under the sun"
Güneş altında söylenmemiş söz yoktur. 

Şimdi yazdığım ve şu anda senin aklından geçen her şey daha önce ya söylenmiş ya da düşünülmüş. Sözün özü bu. Bu da beni her zaman adını duyduğumuz evrensel düşünce (kolllektif düşünce, kozmik düşünce, kozmik zihin vb..) kavramına götürüyor. 

Yıllar önce bir kitapta okumuştum. İnsan beyni düşünce üretmez, kollektif bilinçten düşünceyi alır ve kullanır diye. Tekamül düzeyi evrenden alacağı düşünce frekanslarını belirler yazıyordu kitapta. Frekansı yüksek olan kişiler yüksek düşünce kalıplarını frekansı düşük olanlar ise düşük düşünce kalıplarını kullanırlarmış. 

Yine adını hatırlayamadığım bir kitapta ise insan öldükten sonra ruhu bedenden ayrılır, düşüncesi ise evrene aktarılır diye okumuştum. 

Peki düşündüğümüz her şey, daha önce düşünülmüş, daha önce söylenmiş ise, biz neyi düşünüyoruz, neyi yazıyoruz, neyi konuşuyoruz. Beynimiz ne işe yarıyor. Gerçekten Cicero’nun dediği gibi mi her şey? Acaba bu sözün anlamı gerçekten bu mu? 

1954 yılında genç bir fizikçi olan Hugh Everett çoklu dünyalardan bahseder. Dünyada yaşadığımız büyük tarihsel olayların farklı sonuçlarının farklı evrenlerde yaşanmış olabileceğini ve buna benzer paralel evren senaryolarını ilk kez gündeme getirir. Paralel evren hakkındaki tezleri ilk okuduğumda bu adlandırmanın eksik olduğunu düşünmüştüm. Çünkü paralel evreni ya da paralel dünyaları arkadaşlarımla tartıştığımda şunları fark ettim. İnsanlar paralel evrenin/dünyanın varlığına inanıyor ancak bu olayların sınırlı sayıda ve farklı dünyalarda gerçekleştiği düşüncesine kapılıyorlardı. Ben ise paralel evren/dünya yerine paralel hayatların olduğunu bunun farklı bir mekan ya da faklı bir zamanda ve sınırlı sayıda olmadığını hayal etmelerini söylüyordum. Ancak evrenin sınırsız olduğu ve sürekli büyümekte olduğu yönündeki bilimsel görüşler, farklı dünyalar ya da farklı evrenlerde paralel/çoklu yaşamları daha olası kılıyordu. 

Bu yıl okuduğum bir yazı ise yüzümde tatlı bir gülümseme oluşturdu. 
“Hertog ve Hawking'in yeni makalesinde, uzayın farklı fizik kanunlarının geçerli olduğu 'cep evrenleriyle dolu olduğu' teorisi yerine, bu alternatif evrenlerin birbirinden çok da farklı olmayabileceğini ortaya koyuldu.” 

Yani alternatif evrenler, aynı zaman ve mekanda olabilir diyordu makale. Sınırsız depolama kapasitesine sahip bir bilgisayara ne kadar film kaydederdiniz? Tabii ki sınırsız. Açıklamaya çalıştığım şey tam anlamıyla şu. Dünyada 8 milyar insan olduğunu düşünün. Bu 8 milyar insanın hayatı boyunca yaşadığı birçok olayın, farklı sonuçlarla ve farklı bir hayatta yaşanmaya devam ettiğini ve bunun sayısının da milyarlarca olduğunu düşünün. 8 milyar insanın milyarlarca çoklu hayat yaşadığını düşünün. Unutmayın evren sınırsız bir depolama kapasitesine sahip. Daha da ileri gidelim. Her bir dakikanızda milyarlarca farklı sonuçları olan ayrı bir paralel evren yarattığınızı hayal edin. Bir saat içinde yaşadığınız her dakika için milyarlarca çoklu/paralel hayat…Ve bingo. Bu hayatların her birinde yarattığınız düşünceleri, duyguları…Aklınızın sayamayacağı kadar düşünce… 

Birazda son zamanlarda sıkça konuşulan zaman kavramından bahsetmek istiyorum. Zamanın geçmişte ve gelecekte aynı anda yaşandığı zaman kavramından. Einstein bu konuda “Geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki ayrım sadece bir yanılsamadan ibarettir, ne kadar kalıcı olsa da” demiştir. Düşünsenize bütün zamanlar şu anda, aynı anda yaşanıyor. Şu an, geçmiş, gelecek ve tüm paralel/çoklu hayatlar…Hepsi şu anda yaşanıyor. Ya da geçmişte ya da gelecekte. 

İki cümleyle özetlersem: Paralel/çoklu hayatların varlığı. Tüm zamanların aynı anda yaşanması. 

Şimdi Cicero’ nun sözü yerli yerine oturuyor. "Bu gök kubbe altında söylenmemiş söz yoktur"

Önder Güngör / 2015 / Ankara
Tamamını oku